Etiket arşivi: Amerika

KİN TOHUMU

aha

Terör vurdukça düşünüyor insanlar, bir insan nasıl olurda canlı bomba oluyor da kendini patlatıp masum insanları öldürüyor.

Bende üzerinde düşünüyorum, benimde sorguladığım bir konuydu bu konu. Sonra anladım ki bu insanların içine ekilmiş “Tohumların” nedenleri idi yaşananlar.

Sıradan bir insanı, sıradan insan görmemizi engelleyen “Tohumlardı” bu içimize ekilmiş tohumlar.

Bir Alman’ın içine ekilmişti “Kin Tohumu” Yahudiler ölmeli.  Alman masum Yahudi ölümlerine suskun kalmıştı.

Bir İsraillinin içine ekilmişti “Kin tohumu” Filistinliler düşman. İsrailli masum Filistinli ölümlerine üzülmemişti.

Kendini daha çok Müslüman sayan kadın çıktı, İstiklal’de yaralan masum İsrailli için “Keşke ölseydi” dedi. Bunu dedirten içine ekilen “Kin Tohumu” değimliydi.

İngiliz dedi, Irak’ta, Suriye’de Müslümanlar ölsün, Fransızlar dedi haklısın ölsün, İtalyan durur mu? oda katıldı tabi ki ölsün, Almanlar ölümleri normal olsun, Amerikalısı dedi ki ben karışmıyorum ama ölürse de ölsün.

Dünya’da oluşmuştu içi “Kin Tohumu” dolu milyarlarca insan.  Orta Doğuda ölümlere sesiz kalan.

Benim güzel ülkemde,  benim tespit ettiğim yerel KİN TOHUMU çeşitlerimiz şunlar:

  • Alevi,
  • Sunni
  • Şii,
  • Ermeni
  • Yahudi,
  • Kürt,
  • Hıristiyan,
  • Rum,
  • Atatürkçü,
  • Laik,
  • İçki içen,
  • Beynamaz,
  • Başörtülü,
  • Dinci,
  • Yobaz,
  • Aşırı muhafazakar,
  • İktidar yanlısı
  • Muhalif

Canlı bombaların içine ekilmiş olan “Kin Tohumu” da “Türkler”  ve  “Türkiye”

Bazılarımızın içinde yukarıda yazdığım ve yazmayı unuttuğum “Kin Tohumu” var ise ve bu bazılarımız, yaşanan bazı ölümleri, bu şekilde kendi iç dünyasında hafifletip bu masum ölümlere kayıtsız kalabiliyor.

Canlı bombaları hazırlayıp gönderenler, canlı bombaları eğitenler o canlı bombanın içine ekiyordu “Türkler”  ve  “Türkiye”  “Kin tohumunu”

Bu “Kin Tohumu” ekili olan bazı kesimler var ki onlarda bu şekilde iç dünyalarında bu masum ölümleri hafifletip duymazdan geliyor ve sevinebiliyorlar.

İnsan olan insanlığından utanır. Utanan insan, içinde ki tohumun çeşidine bakmaz. İçinden söküp atar.

İnsan olan insan, içine ekilecek tohumların, sadece sevgi, vicdan, merhamet ve barış tohumlarının ekilmesine izin verir.

 

Fedai Çakır

19 Mart 2016, İstanbul

BEKAR AMA ÇOCUKLU KADINLAR

Ekonomin büyümesi, büyük şehirlerin artması ile daha çok belirginleşen “bekar ama çocuklu” kadınlar.

Avrupa’da yada Amerika’da olduğu gibi çocuk sahibi olma duygularını gidermek için çocuk sahibi olmuş kadınlar değil bunlar. Bunlar gönlünü bir erkeğe vermiş onunla iyi günde kötü günde bir yaşama EVET demiş kadınlar bunlar.

Ben diyeyim üç beş yıl siz deyin beş on yıl sonra evde başlayan çatırdamayla başlayan kavgalar geçimsizlikler en önemlisi geçinememe ile baş gösteren hayatı dar eden yaşanmazlıklar.
Her şeyi göze alıp EVET diyen bu kadınlar, kötü yaşam koşullarına, gördüğü kötü muameleye, çocuğu ile düşeceği kötü şartlara HAYIR deyip boşanan kadınlar.

Her birinin hikayesi ayrı, her birinin gözlerinde ayrı yaşanmışlıklar saklı, her birinin mücadelesi bambaşka ama hepsinin ortak özelliği kendi ayaklarımın üzerinde durum ve çocuğuma da bakar yetiştirim sevdası.

Bazıları eşinden şiddet görmüş, bazıları aşağılanmış, bazıları ise ekonomik şartların kötü oluşunun sebebi olarak görülmüş, bazılarının ise kadınlığına laf edilmiş hep suçlanan, itilen kakılan olmuş bu kadınlar.

Bir yudum sevgiden başka şey beklemeyen, çocuğunu yetiştireceği sıcak bir yuva diyen bu kadınlar, bekleneni veremeyen erkekten hiç çekinemeden eyvallah deyip hayata sıfırlayan kadınlar bunlar.

Özellikle yeni boşanmış kadınların gözlere bakıyorum, facede, sosyal medyada paylaştıkları fotoğraflarda o insanların gözlerine bakıyorum… Görecek olduğunuz: feri gitmiş gözler ve mutsuzluğu gözlerine yansımış, yaşamak için yaşayan insanlar topluluğu olmuş çoğu.

Kimse anlamamış ne büyük mücadele içinde yaşam savaşı verdiklerini, en çok da yakın çevresi belki de aile etrafı boşandı diye suçlu saymış kadını, daha da ileri gitmiş yardım edeceğine bu zor zamanlarda tam tersini yapmış yapayalnız bırakmış kadını.

Eli öpülesi, muhteşem kadınlar işte bunlar. Her şeye karşı dimdik duran birer abide gibiler, varım, yaşıyorum, kimseye de muhtaç olmadan yaşıyorum diyen kadınlar onlar.
“bekar ama çocuklu” kadınlar.
Fedai Çakır

30 Kasım 2015, İstanbul

 

ZEYTİNYAĞI ÜZERİNE AMERİKAN OYUNLARI

Bu gün adana kültür derneğinin siteside .Dr.Halil Atılgan’ın bir yazısını okudum ,yazının başında yok canım bu kadarda olamaz dedim ,yani inanmak istemedim ama yazıyı tamamen okuyunca kesinlikle doğru olduğuna inandım.

Bizler çocukluk ve gençlik yıllarımızda margarinle büyüdük,hatta margarin alabilmek için kuyruklara girdik, o zamanlar zeytinyağı neden kullanmadığımızı hiç düşünmemiştim. Bunda’da  amerikanın parmağı varmış meğer.

Dr.Halil Atılgan’ın izni olmaksızın bu yazıyı kopyalayıp paylaşmak istedim çünkü bu gerçekten bilinmesi gereken bir konu ve ne kadar çok kişi bu gibi bilgileri paylaşırsa halkımız o kadar çok sömürgecilerin oyunları hakkında bilinçlenecektir buradan Halil beye teşekkür ediyorum.

(Tek bir kelimesine dokunmadan yayınlıyorum mutlaka okuyun!!!!!)

ZEYTİNYAĞLI YİYEMEM,BASMADA FİSTAN GİYEMEM

Doğrusu bu türküyü duyduğum günden beri hep düşündüm. Zihnimde sorular cirit attı. Beni çok rahatsız eden soru: Halkımızın yaşama mücadelesinin dile ve tele yansımasını sağlayan türkülerimiz nasıl olur da: “Zeytinyağlı yiyemem / Basmada fistan giyemem” diyebilirdi. Diyemezdi… Çünkü: Zeytin ve fistanının ham maddesi pamuk, halkımızın yaşama mücadelesinde öne çıkan önemli iki unsur. Bu iki unsur Anadolu halkının geçim kaynağı. Çukurova’da pamuk, Ege ve Marmara’da özellikle Bursa – Gemlik – Gaziantep ve Nizip zeytiniyle ünlü yerleşim birimleri. Çukurova denince pamuk, Bursa, Gemlik, Nizip denince akla zeytin gelir. O zaman bu halk nasıl olur da: “Zeytinyağlı yiyemem / Basma da fistan giyemem” der. Demesine demez. “Devlet malı deniz / Yemeyen domuz. Pire itte, bit yiğitte bulunur” sözünü de demez. Pekiyi bunları kim der? Seni yok etmek isteyen güçler, sömürmek isteyen, varlığından rahatsız olanlar der. Altıncı kol faaliyeti dediğimiz güçler der. Kısacası: Ham meyveyi kopardılar dalından diyen halkım: “Zeytinyağlı yiyemem / Basmada fistan giyemem” diyemez. Böyle bir türkü yakmak, bestelemek bindiği dalı kesmek demektir. Halk yiyeceğini, ne alıp ne satacağını iyi bilir. Yediğini içtiğini türkülerle de dile getirir. Süt içitim dilim yandı / Kara erik çağala / Ye ki yaran sağala diyen halkım: “Zeytinyağlı yiyemem / Basmada fistan giyemem” demez. Diyemez. Demeyeceğine göre birileri dedi. O halde kim dedi. Ya da dedirttirdi? Nasıl ve ne zaman ortaya çıktı? Kim besteledi? Ya da bestelettirildi? En ünlü türküler arasında yerini aldı.

Cevap: Kadim dostumuz Amerika. Gülmeyin… Sakın ha… Nasıl olur da demeyin? İşte cevabı…

Yıllardır dinlediğimiz türkü: Amerika tarafından sipariş verilerek bestelettirilmiş. Bende bir dostumun gönderdiği ileti sayesinde öğrendim. Gelen iletiyi okuyunca başıma bir bomba düştü. Günlerce düşünsem aklıma gelmezdi. Hayret ettim. Okuduğuma inanamadım. Amerika’nın, Türkler zeytinyağı yemesin / Basma fistan giymesin diye türkü bestelettireceği şeytanımın bile aklına gelmezdi. Ama Amerika’nın aklına gelmiş. Art niyetle bestelettirilen türkü anonimmiş gibi repertuvar kurulundan geçerek, ülkemizin en ünlü türküleri arasında yerini almış, yıllardır da çalınıp söyleniyor. Allah Allah… Allah Allah…

Diyeceksiniz ki “Amerika türkülerimize de mi el altı.” Maalesef el atmış. Şimdi dostumdan gelen iletiyi sizlerle paylaşmak istiyorum. İleti “Zeytinyağlı yiyemem aman / Basmada fistan giyemem aman” diye başlıyor ve devam ediyor:

“Bursa yöresine ait bu türkü 2 Kasım 1954 tarihinde İhsan Kaplayan’dan Muzaffer Sarısözen derlemiş. THM Repertuvar Sıra No: 1133.’tür. Şimdi türkü ile ilgili Prof. Dr. Kenan Demirkol’un tespitlerine bakalım.”

Marshall Planı 2. Dünya Savaşı sonrasında 1947 yılında önerilen ve 1948–1951 yılları arasında yürürlüğe konan ABD kaynaklı bir ekonomik yardım paketidir. Aralarında Türkiye’nin de bulunduğu 16 ülke, bu plan uyarınca ABD’den ekonomik kalkınma yardımı almıştır (wikipedia). ABD geçmişten beri dünyanın en büyük mısır üretici ülkesidir. ABD birikmiş olan mısır dağlarını eritmenin bir yolu olarak mısırözü yağı ihracatını keşfetmiştir. Marshal yardımının koşullarından biri Türkiye’nin ABD’den mısırözü yağı almasıdır. (Yeni Sömürgecilik Açısından Gıda Emperyalizmi, Osman Nuri Koçtürk, Toplum Yayınları, 1966). Buna koşut olarak Türkiye’de ilk margarin fabrikası kurulur. Yine aynı dönemde yüz binlerce zeytin ağacı sökülerek bir katliam yapılır.

Kalan zeytin ağaçlarından elde edilen zeytinyağının büyük bölümü ABD tarafından Dolar karşılığı alınır ve mısırözü yağı TL karşılığı satılır. Türk insanı zeytinyağından soğutulur ve mısırözü yağı ile margarine alıştırılır . Bu amaçla zeytinyağı ısınırsa kanser yapar gibi yalanlar uydurmaktan da geri kalınmaz. Hâlbuki zeytinyağı halk ağzındaki deyişiyle dumanlaşma derecesi en yüksek (en zor yanan) sıvı yağlardan biridir. Bununla da kalınmaz, kötülemek için tıpkı bugün yapılan halkla ilişkiler endüstrisi çalışmaları gibi “Zeytinyağlı yiyemem aman / Basmadan fistan giyemem aman…” diye türkü sipariş edilir ve ülkenin en popüler türküsü yapılır. Katı yağa / Margarine mahkûm edilen halk, 20–30 yıl içinde bir kaşık yağa bile muhtaç hâle getirilir. Basma giyen kadınlar da plastik giysilerle tanıştırılır’ diyerek türkünün nasıl ortaya çıktığını, Amerika’nın şahsi menfaatleri için türkü bestelettiği gerçeğini ortaya koyuyor. (Prof. Dr. Kenan Demirkol’a ait yazıyı noktasına virgülüne dokunmadan sizinle paylaştım.) Bugün ise gelinen noktada, Amerika’nın ülkemizdeki emperyal amaçlarını gerçekleştirmesi için türkü sipariş etmesine gerek
var mıdır ?” sorusuyla Uzman İnşaat Mühendisi Nizamettin Biber yazısını bitiriyor.

Yazıyı okuduktan sonra yüzlerinizde ki hayret ifadesini görür, olamaz dediğinizi duyar gibiyim. “Olmadık yok da duyulmadık çok” diye bir tabiri vardır Çukurova’nın. Bu da onlardan biri. Amerika şahsi menfaati için binlerce kilometrede öteden gelecek, türkü bestelettirecek, benim insanımın duygularını sömürecek. Hem de Bursa da. Gemlik’te… Zeytinin en çok yetiştiği yerde ünlenen türkü dalga daga Anadolu’ya yayılacak ve en ünlü türküler arasında yerini alacak. Sonra yöre insanı türküye bir de hikâye yazacak… Vay benim ülkem vay…

Türkünün hikâyesi:

“Zeytinyağlı yiyemem diğer adıyla: Gelin Nazlanması olarak da bilinen bu halk türküsü isminden de anlaşılacağı üzere bir gelinin nazlanmasını anlatır. Hangi köy ya da beldede geçtiği ve şahıslar bilinememekle birlikte bursa yöresine ait olduğu bilinen türkü zengin iyi yerlerde yetişmiş okumuş bir genç kızın dağ yöresinde bir köye gelin olarak verilmesiyle başlar. Gelin kız yaşamaya başladığı yeni çevreye ve insanlara uyum sağlayamaz. Onlar gibi basmadan elbiseler giyemeyeceğini damak tadının onların yemeklerine uymadığını böyle bir yere gelin gittiği için yaptığı çeyizlerin boşa olduğunu söyler. Duman içi dağlarda yalnız kaldım diyerek eski yaşantısına duyduğu hasreti dile getirir. Evlendiği insanın kendisine uygun olmadığını söyleyerek ona efendim diyemeyeceğini, hakir görerek dengi biri olmadığını söyler. Kendine uygun bir eş isteyerek verin bana yârimi (bana uygun olan insanı) annemden izin aldım diyerek söylenir. Türkünün diğer bir kısmında ise yaşadığı yerin özelliklerini anlatarak kara üzüm bağlarının olduğunu ve insanların yeşil yazmalar taktığını söyler. Fakat her nakaratta da kaldım duman içi dağlarda sevgili yârim nerelerde diye üzüntüsünü de dile getirir diyerek hikâye bitiyor . Böylece Amerika’nın sipariş vererek bestelettiği türkü uydurulan bir hikâye ile yeni bir kimlik kazanarak hikâyeli türküler arasına katılıyor . Beste olduğu halde repertuvar kurulundan geçiyor. Bizlere ulaşıyor, ünlü türkülerimiz arasında yerini alıyor. Bu gerçek… Ama çok acı bir gerçek.

İşte ben bu gerçeğin sırrına yeni vakıf oldum. Türk halkının “Zeytinyağlı yiyemem / Basma da fistan giyemem” demediğini yıllardan sonra öğrendim. Beynimdeki sorular netleşti. Bu işte bir “Ali Cengiz oyunu “ var demiştim. Düşüncem gerçek oldu. Sorun çözümlendi. Ama ben buna rağmen işin peşini bırakmadım. İnternet ortamında ne var ne yok diye türkünün adını yazarak Google girdim. Türküyle ilgili tespitlerimin doğru olduğunu, benden önce konuya vakıf olan kişilerin kadim dostumuz Amerika’yı bu meseleden ötürü kınadıklarına tanık oldum. Konuyla ilgili yazıları ibretle okudum. Gücün nelere kadir olduğunun bir kez daha farkına vardım. Sonra… Sonra türkünün TRT sanatçılarının dışında kimler tarafından okuduğunu tespit ettim. Candan Erçetin , Zara, Tülin Karataş, Deniz Toprak, Kubat, Vildan Turan, Dilek Karadağ karşımıza çıkan ilk sanatçılar oldu. Bunları araştırırken türkünün Yunan Sanatçılar tarafından da okunduğunu gördüm . Müzik aynı, dil farklı. Araştırmaya devam ettim. Yunan alfabesiyle yazılmış sözler karşıma çıktı. Sözler aşağıdaki gibi:

Artist: Glikeria
Language: Grek
Giati thes na figeis” lyrics:

Γιατί θες να φύγεις, που θα πας
αφού σ’αγαπώ και μ’αγαπάς
Γρήγορα θα πληγωθείς
θα γυρίσεις μα δεν θα με βρεις.

Γιατί θες για πάντα να με χάσεις
και πικρά πολύ πικρά να κλάψεις.
Θα πονάς για μένα θα πονάς
μές’το κλάμα θα μ’αναζητάς
Τη κάλη μου τη ψυχή
θα θυμάσαι βράδι και πρωϊ

Yunan Alfabesini Google vasıtasıyla Türkçeye tercüme ettirdim. Sözler hiç zeytinden – zeytinyağından bahsetmiyor. Yunanca: (Γιατί Θες Να Φύγεις (Γιατι Θες Να Φυγεις) başlığın Türkçesi: Gitmek istiyorum çünkü / Neden ayrılmak istiyorsun. Diğer sözlerin tercümesi ise aşağıdaki gibi.

Sanatçı: Glikeria
Dil: Greek

“Giati thes na figeis” lyrics:

Neden gitmek istiyorsun sen gidecek
Seni seviyorum ve beni sevdiğini çünkü
Yakında incinecek
Geri gelecektir ama beni bulamayacaksın

Neden hep beni kaybetmek isteyeyim
Ve çok acı çığlığı acı
Bana zarar vermek için acıyor
Mes’to ağlama m’anazitas olacak
Ruhumun iyi
Akşam ve sabah hatırlar

Bu tespitlerden sonra zihnimde sorular yeniden şekillendi. Amerika: Yunanca var olan ezgiye Türkçe sözler yazdırarak mı piyasaya sürdü. Yoksa yeni bestemi yaptırdı. Yunan Sanatçı Glikeria’nın klibinde oyun da oynanıyor. Klip, Yunan oyun müziğinin Amerika tarafından Anadolu’ya transfer edildiğini doğrular mahiyete.
Ayrıca Yunanca verdiğimiz türkünün sözlerinde Zeytinyağlı yiyemem / Basma da fistan giyemem dizelerinin olmayışı tezimizi daha da güçlendiriyor. Kanaatime göre: Müzik Amerika tarafından Anadolu’ya intikal ettiriliyor. Var olan müzik Zeytinyağlı yiyemem / Basmada fistan giyemem sözleriyle piyasaya sürülüyor. Marshall Planı marifetiyle bestelettirilen türkü Bursa’nın en ünlü türküleri arasında yerini alıyor. Sonra konu gazetelere intikal ediyor. Can Aksın, 22. 01. 2013 tarihli Sabah Gazetesinde konuyla ilgili “Ah Marshall Planı ah ” diyerek duygularını dile getiriyor.

“Şimdi siz 60 yıl hatta daha öncesinin Marshall Planı da nereden çıktı?” demeyiniz. O Marshal Planı yok mu? O neler yaptı neler, hâlâ da onun yaptıklarını çekiyoruz.”

(…) “Hepiniz bilirsiniz, hele Ege yöresinin insanları çok daha iyi bilir. Bir türkümüz vardır, bir zamanlar ha bire söylenip dururdu. Zeytinyağlı yiyemem aman / Basma da fistan giyemem aman. İşte Marshall Planının bugünkü sıkıntıların sahibi olması, bu noktada devreye giriyor. Wikipedia’ya göre, Marshall Planı. 2. Dünya Savaşı sonrasında, 1947 yılında önerilen, 1948–1951 yılları arasında yürürlüğe konan Amerikan kaynaklı bir ekonomik yardım paketidir. Aralarında Türkiye’nin de bulunduğu 16 ülke, bu plan uyarınca Amerika’dan ekonomik kalkınma yardımı almıştır. Buraya kadar her şey iyi gözüküyor ama Amerika bu yardımı bizim karakaşımız, kara gözümüz için hibe olarak vermemiştir. Borç olarak vermiştir. Amerika dünyanın en büyük mısır üreticisi ülkesidir. Elinde birikmiş olan mısır dağlarını eritebilmek için, mısırözü yağı ihracatını keşfedivermiş, Türkiye’ye yapılacak Marshall yardımının koşullarından birini de, Türkiye’nin Amerika’dan mısırözü yağı ithal etmesi olarak belirlemiştir.

İTALYA’DA30,ÜLKEMİZDE2LİTRE

Amerika para verir, Türkiye kendi güzelim zeytinyağı varken, Amerika’dan mısırözü yağı ithal eder. İthalatın kesintisiz sürmesi için, Türkiye’de ilk margarin fabrikası kurulur. Yine aynı dönemde ‘Bunlar bir işe yaramaz’ denilerek yüz binlerce zeytin ağacı sökülüp neredeyse bir zeytin ağacı katliamı yapılır. Kalan zeytin ağaçlarından elde edilen zeytinyağının büyük bir bölümü Amerika tarafından dolar karşılığı alınır ve mısırözü yağı Türk Lirası karşılığı satılır. Türk insanını zeytinyağından soğutup, mısırözü ve margarine alıştırmak için hayâsızca yalan söylentiler çıkarılır. ‘Zeytinyağı ısınırsa kanser yapar’ yalanı bunlardan biri. Oysa zeytinyağı halkın deyimiyle dumanlaşma derecesi en yüksek, yani en zor yanan sıvı yağlardan biri. Biz, Zeytinyağlı yiyemem aman türküsünü söyledikçe Türkiye’de zeytinyağını tanıyanların sayısı hızla azalır. Doğu bölgesindeki insanlarımızın çoğu zeytinyağının adını duymuş ama görüp tanımamıştır. Bugün İtalya’da kişi başı zeytinyağı tüketimi yıllık 25–30 litre arasında iken, Türkiye’de bu rakam 1.5–2 litre arasındadır. Önce ülkemizde bir seferberlik halinde zeytinyağının tanıtımını yapmalıyız. Tanıtımda aksayan yanlarını görmeliyiz. Geniş halk kesimlerinin kullanabileceği ambalajlarla zeytinyağını halkın ayağına götürmeliyiz. Ambalaj masrafından kısıp halka ucuz satmalı ve zeytinyağının yararlarını anlatmalıyız. El ele verip Marshall Planı’nın 60 yıllık etkisini silip atmalıyız” diyerek yazısını bitiriyor. Marshall Plânı münasebetiyle Zeytinyağlı yiyemem / Basmada fistan giyemem dedirten kadim dostumuz Amerika: “Ak bıçak kara bıçak / Babam dükkân açacak/ Evlenmeyin bekârlar / Naylon kızlar çıkacak diyerek naylon kızları da piyasaya sürüyor.

Vay benim ülkem vay… Zeytinyağı yeme. Basma fistan giyme. Kucağında naylon kızlar. Ah Amerika… Vah Amerika… Yuh Amerika…

 

Dr.Halil Atılgan‘dan ALINTIDIR

YURT DIŞINDA YAŞAYANLAR TÜRKİYE İÇİN OY KULLANMASIN

Hayda nerden çıktı bu  dediğinizi duyar oldum. Başlık biraz sert olmuş olabilir, yazının okunması ve bu konu üzerinde düşünmeye teşvik olması bakımından bu başlık önemliydi elbette.

Bir ülkenin yöntemi için oy kullanmak o ülkenin yönetiminde söz sahibi olmak demek, sizi temsil edecek partinin ürettiği siyasete bakarsınız, sizi temsil edecek liderlerin söylemlerine ve bölgenizi temsil edecek milletvekili adayının kişiliğine vs bakarsınız. Yada bakıyor olmalısınız.

Netice olarak bu parti, lider ve kişiler meclise gelip sizin yaşadığınız coğrafyayının yaşanacak yer yapmasını beklersiniz. Netice olarak onlar; sizi ekonomik, sosyal hakları olan, adaletli ve güven için de yaşayacağınız bir ülke isteğinizi yerine getirecek üç saç ayağı oluşturmaktadır. (parti, lider ve vekil)

Bu üçlünün seçilmesin de yani bizi yönetecek parti, lider ve vekillerin seçilmesin de, bu ülkeye yılda on – on beş gün gelip tatil gibi gezen insanların da söz sahibi olup oy kullanması ne kadar doğrudur.

Bu insanların bir çoğu maalesef işleri, pozisyonları, ekonomik nedenlerinden dolayı yılda bir kere bile gelemediğini de unutmak lazım.

Sosyal medyanın yaygınlaşması ile yurt dışın da yaşayan akrabalarımızın yaşamlarından ve düşünce yapılarının nasıl olduğunu yaptıkları paylaşımlardan haberdar olur olduk.

Kilometrelerce uzakta taaaa Amerika’da yaşayan kuzenlerimin yaşadığım ülkenin sorunlarından bi habersiz ülkemi eleştirmesine mi yanayım yoksa benle aynı hakka sahip olup da kendisinin yaşamadığı ama benim yaşadığım ülkenin siyasetinde söz sahibi olup benim aynı haklara sahip olmasına mı yanayım.

Birkaç yıl da Türkiye’ye izne gelen, otoban, köyünün ve kasabasının dışın da bir yer görmeyen Almanya’da yaşayan kuzenlerimin Türkiye’yi güllük gülistanlık sanmasına mı yanayım yoksa onunda bu ülkenin yönetimin de benimle aynı haklara sahip olmasına mı yanayım.

Hele Avrupa’nın özgülük dünyasın da özgürlük oksijeninden sarhoş olup benim yaşadığım toprakların da özgür, yaşanır sanan ve Türkiye üzerinde ahkam kesen bir kesimimin varlığını unutmak istiyorum.

Protesto hakkını Avrupa topraklarında özgürce kullanan Türk toplumu, Türkiye’de de bu  haklarını insanların kullanıldığını sanıyor, Avrupa mahkemelerin de hakkını arayan bu toplum Türkiye’de yapılan devasa adalet sarayların da adalet var sanıyorlar.  Belli elit kesimin yaşantısını anlatan dizleri EURO kanallarından izleyip bir çok insanın 300 Euro’dan aşağıda çalıştığını bilmiyor ve  Türk ekonominsin süper olduğunu sanıyor.

Yurt dışın da yaşayanlar oy kullansınlar seçme ve seçilme hakları olsun. Lakin bu haklar hangi ülkede ikametgah ediyorlar ise o ülkede olsun. Çünkü onlar o ülkede yaşıyorlar ve o ülkede verecekleri oylar onların yaşamlarını doğrudan etkileyecek.

Avusturya’da sağcı ırkçı tabir edebileceğimiz bir partinin oylarının arttığı anketlerde ve bir önceki seçimlerde aldığı oy ile biliyoruz.  Avusturya’da yaşayan 300 bin Türk’ün orada yaşamını doğrudan etkileyecek olan bu gelişmeye karşı orada yaşayanların duyarsız kalmayıp gidip oylarını kullanmalılar. Gelecekte orada yaşanacak olumsuzluklardan Türkiye’de yaşayanlar değil orada yaşayanlar etkilenecektir.

İşte senin verdiğin “oy” ile ben etkileniyorum, benim nasıl yaşamam gerektiğine karar verecek oylamada  “oy”’u ben vereyim.

Üstelik yurt dışın da yaşayanların hepsi işçi olarak gitmemiştir, içlerinde bu ülkeye düşman kesilmiş baya bir kesim de var.

Yurt dışın da yaşayanlar oy kullansın yada kullanmasına okuyucular olarak sizler karar vereceksiniz. Yasal olarak zaten oy kullanılıyor. Sadece dikkat çekmek istedim.

Şöyle düşünün birde ben Türkiye’de İstanbul’da yaşıyorum ama aslen Giresunluyum, Giresun belediyesinin başkanı kim olacak söz sahibi olamıyorum, neden çünkü Giresun asıl yaşam yerim değil.

Yazdıklarımı doğru bulmayabilir, katılmayabilirsiniz, farklı görüşlerde olabiliriz, sizlerde fikirlerinizi söyleyin beni ikna edin yada yazıyı okunca siz ikna olun yada olmayın.

Son söz Cenap Şahabettin’in den gelsin.

“Niçin mi fikir değiştiriyorum? Çünkü ben fikirlerimin sahibiyim; kölesi değil!”

 

Fedai Çakır

7 Ekim 2015, İstanbul

İNSANLAR KENDİLERİNE BENZEMEYENİ İNSAN OLARAK KABUL ETMİYOR

Mülteciler Avrupa kapsına dayandı hem de bu güne kadar hiç olmadığı kadar çok dayandı.

 

Benim ülkem de adım başı Arapça konuşan, yada Kürtçe konuşan mültecileri görmeniz mümkün. Suriye ve Irak ağırlıklı bu mülteciler genellikle büyük şehirlere yayılmış durumdalar. Maddi imkanları elvermemiş yada kamplardan kaçmayı başarmamış resmi makamların verdiği iki milyondan fazla mültecilerin dışında olan insanlar bunlar.

 

Türkiye mecburiyetten ve çaresizlikten bu insanlara ev sahipliği yapmakta ve artık bir çoğunun geri dönmeyeceğini hepimiz biliyoruz. Bir çok şehirde yakınılan bir konu ise mültecilerin sigortasız, kaçak ve ucuz iş gücü olarak kullanıldığı yönünde.

 

Fransa’nın Almanya’ya yönelttiği suçlama ise aynen şöyle idi. “Almanya ucuz iş gücü ihtiyacını karşılamak için mültecileri kabul ediyor”. Almanya da Tren istasyonunda göçmeleri karşılayanlar “hoş geldin” pankartları ile karşılanmaları seyredince 50 yıl önce ilk Türklerin Almanya’ya gittiğinde tren istasyonunda karşılanmalarını andırdı bana.

 

Ortadoğu politikaların da iki yüzlü davranan Avrupa devletleri, mülteci konusunda da iki yüzlü davranıyor. Mültecilerin sığınma taleplerinin ne kadarı kabul oluyor. Bir çok Avrupa ülkesin de neredeyse %90 red yiyor.

 

Bodrum’da sahile vuran bebeğin fotoğrafı, Macaristan’da polisten kaçan kucağında çocuğu olan babaya çelme atan kameramanın görüntüleri tüm dünyada vicdanları sızlattı. İnsan oğlunun hafızasının ne kadar çabuk unuttuğunu düşünürsek bu görüntüler unutulmak üzere. Lakin göçmenlerin sorunları devam edecek. Bu sorunlar hem kendileri için hem de gittikleri ülke için devam edecek.

 

Çözüm; savaştan, savaşı yaratan nedenlerden uzak durmak. Savaşı teşvik eden güçlerin oyunlarını görmek. Ülke olarak bizler yıllardır her konuda Amerika’nın işi, Avrupa’nın işi yada İsrail’in işi der dururuz. Nedense bu oyunlara gelmemeyi öğrenmek birlik ve beraberlikte yaşamayı öğrenmek aklımıza gelmez.

 

Kutuplaşmalar almış başını gidiyor. Dini, mezhepsel ayrılmalar, Irksal ayrışmalar, siyasi ayrışmalar ve öteleştirmelerde gösterdiğimiz aşırı reaksiyonlar bize toplum olarak bir şey kazandırmaz. Tek kazancı ayrışma ve bölünme olur.

 

Daha çok hoş görü, daha çok vicdan, daha çok ortak acıları paylaşmaları öğrenme zamanı geldi de geciyor bile.

 

Kimsenin oyununa gelmemek için daha çok oku ve araştır, sorgulamadan karar verme.

 

Ece Temelkuran’ın tespiti ne kadar doğru. Ne diyor;

 

Ben böyle öfke,böyle nefret görmedim bu ülkede.


İnsanlar kendine benzemeyeni insan olarak kabul etmiyor.
Ama en fenası herkes kendinden farklı olanın ölmesini istiyor artık
.”

 

 

Fedai Çakır

10 Eylül 2015, İstanbul

BİR GURBET ÖYKÜSÜ

İstanbul’da doğup büyümeme rağmen bir yıl memleketim olan Giresun’da ilk okula gitmiştim. Bu eğitim maceram da aklımda kalan anılarımın başın da iki günde bir okulda yakmak için kar kış demeden bir dal odun götürdüğüm, sınıf da sıra arkadaşımın lakabının Patlıcan Halil olduğu, bir de sınıfın en tembeli olup en arka sıra da oturmaya mahkum olduğumdu.

Neden köyde eğitime devam etmem gerektiğini anlayamamam tembelliğimden den dolayımı yoksa hakkeden köyde ki çocuklar benden zekimiydi bilinmez. Çocuklarla tek ortak yanım çoğumuzun babası bazılarımızın anasının da Yurt dışında olduğuydu.

Ne garip bir duygudur aslında babanız ananız yaşıyorken onlardan ayrı yaşıyor olmak. Var ile yok arasında bir hayat.

Amerika Birleşik Devletlerinden de yayın yapan o ulusal kanal CNN’e bile konu olmuş bir kasabanın çocuğuymuş meğer ben.

New York’un en çok Türk nüfusuna sahip olan kasabası Yağlıdere’den çıkmış bir babanın çocuğuymuşum meğer.

CNN, New York sokakların da röportaj yapıyor  ve soruyor.

– Türkiye’yi biliyor musunuz?

– çat pat bilenler çıkıyor,

– Peki İstanbul’u biliyor musunuz?

Türkiye’ye oranla İstanbul’u bilenler daha fazla elbette. Sanırım bunun nedeni Bizanslara kadar dayanan bir bilgi de olabilir.

Nüfusunun yoğun oluşuna yada o muhteşem boğaz güzelliğin den dolayı da olabilir. neden ne olursa olsun İstanbul daha çok biliniyor.

Oda ne ekranlara ilginç bir istatistik yansıyor, CNN muhabirinin de haber yapma nedeni de bu. Muhabir soruyor.

– Yağlıdere’yi duydunuz mu? Nerededir?

Bilinirlik anlamında Türkiye’nin de İstanbul’un da önüne. Bazı ABD vatandaşı Türkiye’nin başkenti bile sanıyor

Yağlıdere New York’ta bilinen tanınan bir şehir olmuş bile.

Nasıl oluyor da 7 bin kişi nüfusu olan bu kasaba bu kadar tanınıyor buralar da.

Malum Kurtuluş savaşı sırasın da bir çok Rum aile Yunanistan’a,  Avrupa’ya ve ya ABD’ye göç etmişler. İşte bu Rumlardan bir tanesi yıllar sonra göç ettiği Giresun’a geliyor. Yağlıdere de bir terzi ile arkadaş oluyor. Terzi bu kişiyi misafir ediyor, ağırlıyor, gezdirip, yedirip içiriyor. Sonra giderken tekrar geleceğini söylüyor geldiğinde de terziyi de Amerika’ya götüreceğini belirtiyor.

Belki bu sözler o an söylediğinde duygusallıktan söylenmiş gibi gelebiliyor ama hakkeden de geri gelip bizim terziyi de alıp Amerika’ya dönüyor.

İşte terzi ile birlikte Amerika; bizim kasaba için bir geçim kaynağı, iş alanı, yeni bir vatan oluyor. Tabi başta da New York şehri.

Söylentilere göre New York’ta on binin üzerinde Yağlıderelinin yaşadığı, Amerikan konsolosluğuna giden Yağlıdere nüfusuna kayıtlı kişilerin artık vize için ret yediği, gidenlerin geri gelmediği bahane edildiği ve kasabanın tek bankası olan Ziraat bankasının yurt dışından gelen ticari döviz girdisi dışında kalan en büyük döviz girdisi olan banka şubesi olduğu söylentiler içindedir.

Benim köyde eğitim almak zorunda kalma olayımda işte bu anlattığım hikayenin bir parçasıydı.

Her Yağlıdereli Amerika’yı görüyor, yaşamasa da illa bir kere gidiyor mantığı olsa gerek Rahmetli babamda o dönem de Amerika’ya gitmiş iki yıl kadar çalışmış.  Benim çocuklarım bura da kaybolup gider deyip tekrar geri döner. Emekli olduğu döküm fabrikasında işe başlar.

Gurbet işte böyle sevdiklerinden ayrı koyan bir şey…

Gurbet gidene de arka da kalana da zor olan bir şey…

Avrupa’ya göç’ün 50. yılının kutlandığı şu günler de hadi anlat desen ne anılar ne maceralar vardır gurbetli de. Yada şöyle sonlayalım

“Her gurbetçinin kitap olabilecek bir hikayesi var aslında…”

Fedai Çakır,

16 Ocak 2015, İstanbul