BİLGİ GÜNLÜĞÜ tarafından yazılmış tüm yazılar

ZORDU YAŞAM BE

12235089_856170044501057_3969186278256571317_n

Zordu yaşam; araç yolu olmayan bir köy, en yakın doktor kasabada bile yok, ilçede de yok taaa şehir merkezinde, hasta olmak demek ölüm ile burun buruna mücadele demekti o zamanlar.

Küçüktüm ama aklım bir şeylere eriyor olmalı ki hafızam da kalmış yaşadıklarım,

O sabah annemin hasta olduğunu hafızam hayal meyal hatırlatıyor bana, köylülerin evin bahçesinde birikmeleri her kafadan çıkan sesler ile uğuldayan bir sabah dı o sabah.

Köyün gençlerinde hemen bir tanesi hızlı, çevik ve güçlü olan birisi görevlendirilmişti. Kasabaya inip  köye en yakın araç gelebilecek yer olan Sevinç Agzı mevkine bir araç alıp gelecekti.

Genç sözleri ikiletmeden fırladı hemen koşa koşa patika yoldan dağ başında olan köyden inmeye başlamıştı bile.

Elinde balta ile iki yaşlı adam “sal” dedikleri bildiğin ağaçtan sedyeyi yapmaya koyulmuşlardı. Battaniye, yorgan ile sal döşenmiş köyün güçlü kuvvetli erleri birer yandan tutmuşlardı.

Annem içinde yatıyor üstünü örtmüşlerdi ben yanına koştum o güzel yanaklarını öpüyor ne oldu sana anne diye ağlıyor yada daha doğrusu böğürüyordum.

Genç adamlar haydi Bismillah diyerek kaldırdılar annemi o yapma sedye ile birlikte arkada başka erkekler ve kadınlar yolu koyuldular

Ben arkalarından patika yolla kadar koştum peşlerinden, kim olduğunu hiç hatırlayamadım bir kadın eli (muhtemelen akrabalardan, yada ablam da olabilir) tuttu beni, kurtulmak istedim ama kurtulamadım elinden.

Döndüm sordum annemin neyi var. İşte o gün ile alakalı net hatırladığım tek şey kadının söyledikleriydi.

“Yok bir şeyi Sıcak yemeğin üstüne soğuk su içmiş hastalanmış, doktorlar iyileştirecek dönecek eve”

O günden sonra sıcak hiç bir şeyin üstüne soğuk su içmedim. Ama yaz  kış buzdolabından soğuk su içerim:

“bak beni hasta edemezsin dercesine”

Az önce çay içtim, SICAK MI SICAK, sonrasında buzdolabından suyu dayadım kafama SOGUK MU SOGUK.

Kim bilir anacığım ne hastalığı vardı, kim bilir neler çekmişti  o yapma sedye ile giderken patika yollarda, kolay değil yaklaşık 7 km dağdan aşağıya inmek.

Hiç bir zaman öğrenemedim bunu belki de kadınsal hastalıktı bir kaç kez sonrasında sormuştum anam geçiştirmişti beni.

Zordu yaşam be ama mutluyduk ta.

 

 

Fedai Çakır

22 Şubat 2016, İstanbul

 

 

LAVİNİA SEVİLMİŞ AMA HİÇ SEVMEMİŞ

mevhibe-bayat_259195

Hani 14 Şubat Sevgililer Gününü kutlamayanlardanım ama bu gün 14 Şubat.

Hiç evden çıkmadım, biraz kırgınlık var üstümde, İş arkadaşımla konuştum, biraz dertliydi bu gün. Hani haksızda sayılmazdı.

Teknede rakı balık mı yapsak dedim, ama tek ben değildim üzerinde kırgınlık olan.

Uyudum uyandım sonra alışverişe gittim bu gün, kuru fasulye ve pirinç aldım akşama kendime ziyafet çekmek için.

Sosyal medyaya paylaşım attım “AŞK: Kuru fasulye, Pilav ve Cacık…” diye.  Altına yorum yazanlar oldu;

“Pastırmalı mı?”, “Bide soğan” “Yanında birde turşu” bir de beğenenler vardı tabi.

Sonra çeşitli yazılar okudum; Özdemir Asaf’ın platonik bir aşkla tutunduğu kişinin  Mevhibe Meziyet Beyat olduğunu öğrendim. Yani “Lavinia” bu kişiymiş.

Asıl acı olanda kadının yani   Mevhibe  Meziyet Hanımın, Özdemir Asaf’a hiçbir zaman âşık olmayışıydı.

Mevhibe Meziyet Hanım ya da bildiğimiz adıyla Lavinia sevilmiş ama hiç sevmemiş meğer Özdemir Asaf‘ı.

Biz ise hala okurken şiiri ne büyük aşkmış deriz.

LAVİNİA

Sana gitme demeyeceğim.
Üşüyorsun ceketimi al.
Günün en güzel saatleri bunlar.
Yanımda kal.
Sana gitme demeyeceğim.
Gene de sen bilirsin.
Yalanlar isteyorsan yalanlar söyleyeyim.
İncinirsin.
Sana gitme demeyeceğim.
Ama gitme Lavinia.
Adını gizleyeceğim.
Sen de bilme Lavinia.
(1)

 

Hani 14 Şubatya bu gün, kırgınlık var ya üzerimde, arada bir ağzımı açarak gözlerimi hiç kırkmadan bir yere dikip,

Hapşuuu” “Hapşuuuu

İnsanın “çok yaşa” diyeni olmalı be Lavinia.

Fedai Çakır

14 Şubat 2014, İstanbul

 

 

(1) Özdemir Asaf

TAVUK DÖNER EKMEK, VARSA BİDE AYRAN

Sabah kalkıp da işe gidecek işi olanlar işlerine koşar adım yetişme telaşında hızlı hızlı hareket ederler, İşi olmayan ise ya uyu yada yeni her köşe başında biten çay ocaklarında soluğu alırlar. Cinsiyet ayrımcılığı yapayım burada sadece erkeklerden bahsediyorum.

Son yıllarda küçük küçük bir yada iki tane çalışanı olan bir kaç masası olan dükkanlar türedi. Bunların başında hızla ülkenin her yerini saran çiğ köfteciler oluştu.

Bilimsel bir araştırma yapmadım ama bakkalın az bir fark büyüğü, marketin baya küçüğü, marketten bozma, bakkaldan şevk alma yapılaşmalardan feyz alarak ortaya çıktığını düşünüyorum bu çiğ köftecilerin.  Öyle ya bu minik market bozmalarının birinin ilk 500 zenginin arasında olduğunun da düşünürsek bu çiğ köftecilere hak vermemek elde değil. Baya baya meşhur isimli olanlarda oldu tabi.

Sonrasında bir baktık ki köşe başlarını çiğ köftecilere kaptıran küçük küçük çay ocakları türemeye başladı mahalle aralarında. Derin sohbetlerin daha çok avare insanların, emeklilerin öğrencilerin mekanı olmuştu bu mekanlar. Her ne kadar bazı şehirlerde bazı örgütlerin yuvalanıp adı üstünde örgütlendiği söylense de vazgeçilmez küçük dükkanlarımızın arasında yerini almıştı bu çay ocakları.

İşine gidip açıkdığında, yada bir çay ocağında pinekledikten sonra karnı zil çalanların imdadına yetişen küçük küçük Tavuk ekmek Döner büfeleri dogmaya başladı. Fakirin yoksulun imdadına yetişmişti bu dükkanlar, mahalle aralarında hastane yakınlarında ve iş yerlerinin yoğun olduğu her yerde vardılar artık.

Pıtrak gibi Tavuk ekmek büfeleri doğdu her yerde, çiğ köftecilerin her yerde olmaları gibi…

Bir ayda yetişkin tavuk olup kesilen ve en ucuz et diye bizlere sunulan.  2.5 TL’ye yarım ekmeğe bizlere servis edilen, bu kıymetli yiyeceği yiyen onlarca insan doldurmuş bu büfelerin içerisini…

Alım gücünün düşmesini sorgulamayan ve sadece yarım ekmek tavuk yiyip şükreden toplum olmuşuz…

Ver usta şuradan yarım ekmek içine döner, turşusu bol olsun…

……

Ayran mı? (kısa bir cep yoklanır)

Kalsın be usta….

 

Fedai Çakır

3 Şubat 2015, İstanbul

hisar44

“HEP UMUT VAR HER ŞEYİN İÇİNDE”

umut

Fikir üretmek, var olmayan bir şeyleri düşünmek, olmayacak gibi konuların olması için projeler, programlar yazmak.

Son üç yıldır yüzlerce proje yazdım, televizyon programları konsepti geliştirdim, değişik alanlarda AB projeleri geliştirip yazdım, ulusal, uluslararası projeler geliştirdim, sanattan edebiyata, bilimden sosyal projelere kadar bir çok özgün şeyler tasarladım yazdım.

Birileri hep bir şeyler istedi; televizyon programı dediler yazdım, yarışma programı olsun dediler geliştirdim, film için senaryo olsun şuraya verelim buraya verelim dediler yazdım, AB projesi dediler yaz dediler yazdım, sosyal sorumluluk projesi yapalım dediler geliştirdim yazdım, reklam olacak şu kuruma dediler oturdum reklam yazdım, internette bir proje olsun dediler, öğrendim yaptım geliştirdim bunların karşılığında hiç para talep etmeden yaz dediler yazdım…

Yüzlerce klasör halinde proje beklemekte hem de özgün yasal telifleri bana ait olacak şekilde yazdım geliştirdim hazırladım. Birde teliflerini alabilmek için paralarda harcadım.

Dedim ya son üç yıldır hiç bıkmadan usanmadan projeler yazdım insanlara, yaz dediler yazdım, olacak dediler yazdım, karşılıksız yaz dediler yazdım… Yüzlerce yazdığım projelerden hiç biri olmadı ve ben bu akşam soğukta yeni bir proje daha yazdım…

Niye mi?

Sadece tek bir nedenden dolayı… Asla vazgeçmemem ve hep bir umut….

Edip Cansever’in dediği gibi işte;

Sıkıntı var, boğuntu var, tedirginlik var, çirkinlik, yalan,
her şey var
ama hep umut var her şeyin içinde.

Fedai Çakır

24 Ocak 2016, İstanbul

 

 

 

TERLİK ATMA USTASI ANNELER

babaanne

Eski mahallemizden bir arkadaşım babası ile olan bir anısını facebookta paylaşınca benimde aynı mahallede annem ve babamla olan anılarım depreşti tabi ki.

12 Eylül öncesi her şey el altından satıldığı varlık içinde yoksulluk çeken bir toplum halindeyiz. Özellikle; sana yağ (o zaman tek bu var), sıvı yağ, gaz yağı (sık sık elektrik kesiliyor gaz yağı önem arz ediyor), deterjan,  sigara v.s bulmak çok zor.

Şimdi yerinde Migros ve bir kaç mağazanın olduğu yerde Aslan Tuğla fabrikasının tuğla yaptığı toprak stokladığı alan idi. Zabıtalar bir kamyon yağ yakalamış karaborsada satılmayı düşünen bu stok halka orada satılmaya başlandı. Her gelene bir tane veriyorlar. Hal böyle olunca kaç kişilik aile iseniz hepiniz sıraya giriyorsunuz ki bir kaç tane yağ alabilesin eve.  O kadar kuyruk var ki, saatlerce kuyrukta bekledim.

O günden hafızamda kalan ve yer etmiş olanlar, çok üşümüştüm ve tam sıra bana gelecekken önümde 5-6 kişi varken yağ bitmiş kamyonda gitmişti.

Hani bankerlerin bol olduğu dönelerde bazı bankerler anılarında sonradan anlatıyorlardı ya biride o zamanın banker Yalçın idi. Omo kutularını Cagaloglu’nda gece bire bir bastırıp içine kireç doldurup (kireç diye kalmış aklımda deterjan olmadığı kesin bir madde)  halka nasıl sattıklarını övüne övüne anılarında yer vermişti.

Bakkal Cemal amca ile babamın arası iyi, iyiden öte dostlar da. Babam bu nedenle sigara sıkıntısı yaşamıyor günde iki paket sigara içiyor. Abim ise üniversitede okuyor hali ile sigara bulması zor. Bir gün abime sigaraların yerini söyledim. Haliyle babam evde saklıyor o değerli sigaralarını.

Derme çatma bir gecekondumuz var. O gün evde annem ben varız. babam odasından fırladı sigaranın eksikliğini anlamıştı. Kim diyince ben yaptım dedim. Evde öyle koltuk falan ne arasın oturma salonu dediğimiz yerde bir divan, bir sedir ve yer minderleri var. Ben divanın üstüne çıktım arada annem babam bana vurmak için hamle yapıyor. O gün beni dövecek sandım ama sonradan anladım ki o koca adam istese döverdi de sadece korkutmak için bir hamle idi. Bir daha yapmamayım diyeydi. Benim içinde güzel bir dersti bir daha kimsenin özel eşyasına özel olan hiç bir şeye dokunamadım, kimsenin sırrını da ifşa da etmedim.

Baba dayağı nedir bilmem ama ya annem, o şeker kadın sevgi dolu kadın çıldırdı mı bir terlik atışı vardı ki, gecekondumuzun köşesini dönene kadar sırtımda terliği hissederdim.

Terlikler yenilir, aşlar bölüşülür, yokluk ile sınanan aile ve komşularda bir dostluk, dayanışma vardı ki kıskanmamak elde değil. Bu kadar bolluğun, imkanlara değişemeyeceğin insanlık ve insanların yaşadığı dönelerdi o dönemler….

Attığı terliği tam isabet ettiren o koca yürekli annelere, kadınlara selamlar olsun…

Allah rahmet eylesin, mekanınız cennet olsun; Annem ve Babam

 

Fedai Çakır

14 Ocak 2016, İstanbul

 

 

 

 

 

KAMYONCUNUN HİÇ Mİ? SUÇU YOK?

Bizim bir dönemler Eyüp’de, bahçesinde tavla oynadığımız, çaylarımızı yudumladığımız dostluklarımızın, arkadaşlıklarımızın pekleştiği, çok güzel anıların yaşanmasına neden olan bir bahçeli kahvehanemiz var idi. Eyüp meydanına yakınlığından dolayı kısaca yerinin rant için uygunluğundan dolayı sürekli birilerinin hedefindeydi. İlla orası yıkılmalı yerine daha rant getirecek bir şey yapılmalıydı.

Kahvemizin kurucusu Kerim amca yaşlanmış oğlu Kamil işletmeyi devralmıştı. Bizim bu kahvehanemiz öyle sırdan bir yer değil idi. Eşlerimizin, kız arkadaşlarımızın, yerine göre anamızın, babamızın da uğrak yeri olduğu yerlerdendi. Oğlum Doğuşhan ilk adımlarını atmaya başladıktan sonra ilk serbest yürüdüğü kendi halinde dolaşabildiği bir mekandı. Tek benim değil bir çok arkadaşımın çocuğunun da bebekliğinden delikanlılığa yol aldığı mekanlardandı.

En son 31 Mart 2008’de Gebze’de görüldükten sonra bir gece cesedi bulunan İtalyan sanatçı Pippa Bacca’nın ölümü gündemin birinci konusu olduğu günlerdi. Sonra katili; işsiz bir sabıkalı, üstelik 2 çocuk babası olan biri çıktı.

Barış için gelinlik giyerek otostopla İsrail’e giden Bacca’yı Gebze’deki bir benzinciden kamyonetine alan cani, cinayeti soğukkanlılıkla anlattı…

Kısaca; “Barış Gelini’ne tecavüz etti, boğdu, çalılara attı!”

Pippa Bacca cesur bir sanatçıydı. Kanlı savaşlarla çalkalanan dünyaya barış mesajı vermek için uğraşıyordu. Sanat dünyasında ‘Pippa Bacca’ olarak tanınan 33 yaşındaki Guiseppina Pasqualino di Marineo işte bu amaçla yola çıktı. Kendisi gibi sanatçı olan arkadaşı Silvia Moro ile birlikte gelinlik giyerek, 8 Mart 2008’de Milano’dan başladı yolculuğuna. Balkan ülkeleri ve Türkiye üzerinden otostop yaparak İsrail’e gitmeyi hedefliyorlardı.

Türkler’e güveniyordu

Milano’dan İstanbul’a kadar otostopla gelen Pippa Bacca ile Silvia Moro, burada Tel Aviv’de buluşmak üzere ayrıldı. Milano’daki en iyi arkadaşları Türk olan Pippa Bacca, 19 Mart’ta “Türkleri çok seviyorum. Onlara güveniyorum” diyerek, arkadaşına ayrı ayrı yola devam edebilecekleri önerisini sundu.

Gebze’de kayboldu

Silvia Moro da teklifi kabul edince Pippa Bacca, en son olarak üzerinde gelinlik ve elinde barış çağrısı yapan pankartla 31 Mart’ta Gebze D-100 Karayolu’nun Bayramoğlu sapağında görüldükten sonra kendisinden bir daha haber alınamadı.

Katilin yakalandığı gün bahçeli kahvehaneye uğramış, birkaç arkadaş ile bir masada sohbet ediyorduk. Arkadaş grubumuz her görüşten olur fakat hep birlik ve beraberlikte olan bir gruptur. Bunun nedeni ise çocukluktan aynı mahalle, aynı okullarda okumuş olmanın verdiği güçten kaynaklanmaktadır.

Kahvehanede o gün hemen hemen bütün masalarda aynı konu konuşulmaktadır. Pippa Baca öldürülmesi. Çıkan seslerden bazılar;

  • “Gelinlikle otobanda olursa olacağı buydu”
  • “Ne işi var, burası Türkiye”
  • “Yazık olmuş, adamın başını da yakmış”

Bu ve buna benzer değerlendirmeler, masalarda konuşulmaktaydı. Benim o zaman ki tepkim ise küfürle karışık olmuştu.

A..na koyayım kamyoncunun hiç mi? suçu yok.

Barış adına, güzellik adına yapılan her eylem bu kadar çabuk heba edilen bir coğrafyada, barışı yakalamak, barış adına konuşmak her zaman zor olacak gibi. Barışı yakalamak için önce bakış açısını değiştirmek gerekli. Kısaca;

Bütün suç kamyoncuda.

O gün BARIŞ kamyonun altında kaldı.

Ülkem de yine terör olayları, yine bombalar, yine yeni ölümler… Sorarım sizlere;

Teröre yol verenlerin hiç mi? suçu yok…

 

Not: Kahvehaneyi işleten Kamil arkadaşımız bir süre sonra daha fazla dayanamayıp tüm adayı satın alıp otel yapmak isteyen birlerine satmıştır. Satın alan kişi yada kişiler adanın tamamını satın alamayınca kahvehanenin olduğu yeri şimdilik açık otopark olarak işletmekteler.

 

Fedai Çakır

12 Ocak 2016, İstanbul

fft99_mf2210564

 

 

 

 

 

İNSANIN İNSANA ACIMADIĞI COĞRAFYA

Sokak Köpekleri Bal ile Bettyfilmini çektiğim süreden bu yana yoğun şekilde hayvan hakları ve hayvanların yaşadığı sorunlarla da yakından alakadar oluyoruz elbette. Buradan hemen öncesinde olmuyor muydunuz çıkarımı olması tabi ki. Oluyordu sadece benim değil filmin içinde yer alan arkadaşlarımın da oluyordu. Zaten bu sevgimiz olmasaydı bu film ortaya çıkmazdı. Film ile önümüzde bir avantaja dönen daha yararlı olabileceğimiz kapıların açılmasını umarak yazıya bu mısralarla başlamış bulunuyorum.

Bazen o kadar çaresizliğe düşüyor ki ruhumuz, hayvanlara yapılan eziyetleri seyrettikçe, o kadar içi parçalanıyor ki insanın. Fakat toplumumuzda o kadar ters giden bir şeyler var ki. Ne olduğunu anlamak güç sessiz, hissedilen ama çaresiz bir şey bu.

Toplum olarak her gün insanların yaşadığı olumsuz yaşam koşullarını izliyoruz, her gün insanların hikayeden ölümlerine şahitlik ediyoruz, her gün insanın insana yaptığı zulmü, şiddeti ve öldürmesini izliyoruz.

Toplum garip bir algısı olmuş bir ölüme ağlayan diğer ölüme ağlamadığı gibi birde zil takıp oynuyor, halbuki ölüm ölümdür. Bir çocuğun ölümü çocuk ise sadece ölümdür ve her insanın içten ağlaması gereken bir şeydir. Ama ne olmuş topluma bir kısım ağlarken bir kısmı oynuyor.

Acımazsızlık ve merhamet hiç bu kadar kendi içinde zıtlaşmamıştı. Zalimlik ile vicdan: şeytanlık ile melek olma arasında çizgi gibi olmalıydı halbuki. Bakış açınsa göre zalimliği hoş göremezsiniz, bakış açınıza göre vicdanı yok sayıp yapılanları hoş göremezsiniz.

“İnsanın insana acımadığı bir coğrafyadayız kaldı ki hayvanlara acısınlar…”

Kaldı ki toplumun içinde baskın olan, kuvvetli olanlar içlerinde biriken şiddetti çoğu zaman hayvanlardan, çocuklardan yada kadınlardan çıkarıyorken.

Yasalar daha etkin olsa, cezalar caydırıcı olsa diyenler var elbette. Hele de hayvanlara yapılan şiddetin para cezası dışında hiçbir yaptırımı olmadığını düşünürsek, çocuklara ve kadınlara yapılan şiddettin yasalarda ölüm olmadığında hiçte caydırıcı olmadığını her gün ana haberlerde yada gazetelerin üçüncü sayfalarında okuyoruz.

Çözüm; halk olarak sevgiyi öğrenmede…

Halk olarak, dini, ırkı, ülkesi ne olursa olsun öldürülen çocuklara, gençlere ortak olarak ağlayabilmek ve üzülebilmekle,

Bir kuru ekmeği, komşun ile, sokakta ki yurtsuz yersiz insanlarla, mültecisiyle, fakiri ile, camın önüne konan serçe ile, apartman kapısında ki kedi ile, çöplerin etrafında bir lokma peşinde olan sokak köpekleri ile paylaşmada,

Karda soğukta dışarıda kalan insanlara, yatacak yeri olmayan savaş mağduru, terör mağduru insanlara kapılarımızı açmakta, kediler için kedi evleri yapmakta, köpekler için dükkanlarımızı açmakta, gece yatmaları için dükkanın önüne karton serip, güneşten korunmaya yarayan o brandaları açıp üzerlerine karın düşmemesini sağlamakta,

Aslında çözüm kendimizde. Kendimiz çözmek ister isek o kadar çözümler üretiriz ki. Çözüm işte tamda burada sevgisizlikte.

Sevmeyi öğrenmemizde ÇÖZÜM….

 

Fedai Çakır

6 Ocak 2016, İstanbul

12528089_765473106890138_1520701414_n

 

 

 

GÜVEN / GÜVENMEK / GÜVENEMEMEK

Yeni bir yıla adım attığımız şu günlerde yeni yılın kime neler getireceği yada kimlerden ne götüreceğini bilemiyoruz. Her yıl olduğu gibi yaşayabilenlerimiz bir sonra ki yıla girerken kendi dünyasında kendi iç hesaplaşmalarını yaparak ancak bunlara cevap verebilecek.

Çok değil biraz yaşı olanlar, bundan 20yıl öncelerini bile hatırlayanlar bilir ki yılbaşı demek bizler için bir çok şeyi ifade ederdi.

Geç saatlerde çıkacak dansözü beklemek ve saat gece tam 00.00’da yapılacak Milli Piyango çekilişini ellerde biletler televizyon karşısına çakılıp beklemek de bunlardan bir kaçıydı.

Aile büyükleri sadece kendine değil bütün aile bireylerine şans getirsin diye bir bilet alır hediye ederdi, tabi gizli bilet alıp da çekiliş saati ortaya çıkaranlar da olmuyor değildi elbet.

Yaşı genç olanlar daha çok hayallerin de evler, arabalar alır, anne abalarda genelde aman az da çıksa olur çocuklara bir ev birde düğün yaptım mı tamam derlerdi. Hayallerin için de bencillik çok az rastlanan şeylerdi.

Aman bana çıkarsa şu kadarını sana veririm, sana şunu alırım bunu alırım lafları en çok havada dolaşan sözlerdi. Bu sözlerin ne kadar samimi olduğunu görecek hiçbir ikramiye isabet etmedi benim çevremdeki insanlara ama bizler bu sözlerin her daim doğru, samimi olduğuna içten inandık.

Bu sene ben dahil etrafım da bir çok insanın Milli piyango bileti almadığını gördüm. Haliyle evlerde arkadaş çevrelerin de yukarıda olan muhabbetler ve samimi yılbaşı geceleri de olmuyordu. Yada bana öyle geliyordu.

Eskilerde koşa koşa bir bilet bayiine giderdik. Bilet bitmeden şans getireceğine inandığımız biletimize kavuşmak isteyen bizlerin her şeyden önce insanlara ve devletimize, devlet kurumlarına güvenlerimiz vardı.

Yıllarını heba edip canla başla çalışan çocukların sınav sonuçlarında yapılan hileler ile başladı beklide devlete ve devlet kurumlarına güvenmemek.

Koca koca adalet saraylarında adalet olmayışıyla, geciken yada hiç yerini bulmayan adalet duygumuzun sarsılmasıyla başladı devlete ve devlet kurumlarına güvenmemek.

Beklide başka nedenlerde vardı bu Devlete ve Devlet kurumlarına güvenmemede, geçmişten beri gelen siyasilerin bizlere attığı yalanların payı da büyüktü elbet, rüşvet ve adam kayırmaların olmasının da payı büyüktü elbet.

Ben Milli Piyango bileti almadım çünkü, her ne kadar açık seçik insanların gözlerini önünde de çekiliş yapsalarda içimin bir yerinde hep bir kuşku var Devlete ve Devlet kurumlarına karşı.. Acaba…. Diyerek başlayan.

Toplumsal barışa ihtiyaç duyarak girdiğimiz 2016 yılında en çok Güvene / Güvenmeye ihtiyacımız var. Birbirimize güvenmeye, devlete, devlet kurumlarına güvenmeye, siyasi seçilmişlere, valisine, polisine, eğitmenine güvenmeye ihtiyacımız var.

Yer altı edebiyatının Kralı olan yazar Charles Bukowski’nin bir sözü ile yazıyı bitirmek istiyorum. “Sana güvenmekte zorluk çekmemin tek sebebi, yalan söylemenin benim için ne kadar kolay hale geldiğini bilmem.”

 

Fedai Çakır

4 Ocak 2016, İstanbul

 

Milli Piyango çekiliş sonuçları

 

 

 

 

GÖZLERİME BAK DA SÖYLE

Gözler insan da bir başka bakar mı ki;

 

Yalan söylediğini düşündüğümüz kişiye haykırırız.

 

“gözlerimin içine bakarak söyleyebilir misin?”

 

Ayrılmak isteyen kadına/erkeğe söylenir

 

“ayrılmak istediğini gözlerime bakarak söyle”

 

Uzmanlar bir kişinin yalan söyleyip söylemediğini gözlerden anlarlar, gözler insanı bir çok konuda ele veren bir organımızdır.

 

Depremde göçük altından çıkarılan bir insanın gözlerinin de yakalarsınız saatlerce göçük altında kalmışlığın verdiği korkuyu ve kurtulmanın da verdiği sevinçi. Trafik kazası geçirmiş bir insanın gözlerinde yakalarsınız korkuyu ve panik ruh halini, , kabahat sayılabilecek bir suçu işlemiş bir insanın gözlerinde yakalarsınız utanma duygusunu ve yakalanmanın verdiği ezikliği.

 

Daha bir çok duygu durumunu yakalarsanız insanın gözlerinde, “gözler yalan söylemez” mısraları işte bu yüzden ortaya çıkmıştır ve inanırız gözlerin yalan söylemediğine de.

 

Bir sokak köpeğinin gözlerine de bakın lütfen. O köpeğe de bana yalancımı diyorsun. Gözlerime bakarak söyle der gibi bakın onların gözlerinde, sizden ayrılmak isteyen sevgilinin gözlerine bakar gibi bakın onların gözlerine de, depremde göçük altından çıkmış birinin gözlerine bakar gibi yada bir kaza geçirmiş birinin gözlerine de bakar gibi bakın o sokak köpeklerinin gözlerine.

 

Kap kara kestane gibi gözlerine bakın,o gözlerin deriliklerine inmenize bile gerek yok hemencecik anlayacaksınız…

 

Ve onları çok seveceksiniz.

 

Gözler insanda bir başka bakmaz, her canlıda aynı bakar.

 

Her canlıda ele verir gözler.

 

Korkuyu, çaresizliği hele de sevgisizliği.

 

Fedai Çakır

20 Aralık 2015, İstanbul

GOY GOY’CU TOPLUMUZ VESSELAM

Goy Goy’un anlamını bilmeyenler için bir hatırlatma yapalım. Genel olarak birkaç anlam ifade etse de, toplumumuzda yaygın “Boşu boşuna, bilgisiz olarak, gereksiz yere çok konuşan kimse” (1) olarak kullanılıyor.  Biraz daha argoca “Bos konuşmalar, geyik muhabbeti, fikirce bir şey üretmeyen ortam” da denilebilir. Benim yazım daha çok bu ikinci şık etrafında gelişiyor. Tam olarak aslında “bir şey üretmeyen ortam

Aralık Dünya engelliler günü olarak her yıl kutluyoruz.  Sosyal medyalarda “Caps’lar (2) paylaşılır, manalı anlamlı sözler yazılır, bir çoğu da birbirinden  (Ç)almadır bunların. Ana haberlerde ünlülerin engelli vatandaşlarımızla olan görüntüleri yapmacık goy goy sohbetlerini dinleriz. Belediyeler festivaller, etkinlik yapmak için birbirleri ile yarışırlar. Devlet büyüklerimiz ise konuşmalarında illa bu konuya değinirler. Toplumun her kesimin bu konuda söyleyecekleri illaki vardır elbette.

En çok engelli çocuğu olan annelerin “Allahım benim canımı çocuğumun canından önce al” haykırışını, birbirimize göndermeler yaparız. Engelli birinin yanından geçerken “şükürler olsun Allahım’a” diyerek sesli herkesin duyacağı kadar dualar ederiz. Bu ve buna benzer bir çok tepkilerimiz var elbette.

En çok vurgulanan bir konu ise “unutma bir gün sen de engelli olabilirsin”. Bu kelimeleri okuduğunda insanların bazıları elbette denize balıklama dalıp felç kalmayı, trafik kazasından sonra bir uzvunu kaybetmeyi, yada evde merdivenden düşüp elden ayaktan düşmeyi düşünüyor mudur bilemiyorum.

3 Aralık’ta en çok konuşulan konulardan bir kaçını da sayalım.  Kaldırımlara araçlar park ediyor, bir çok kamu binalarının asansör olmayışı, engelli arabası rampalarının olmayışı, sosyal haklarının eksiklikleri, verilen maaşların yetersiz oluşu yada almayışları, iş imkanlarının olmayışı, kamunun bile yeterli istihdam etmeyişi, insanların acıma ile hareket etmeleri, özel sektörün ise neredeyse engellileri hiç görmeyişi, aile içi dışlanmaya kadar daha bir çok konu…

4 Aralık olduğun da ise bunları konuşan paylaşan insanlar topluluğunun, ünlülerin, belediye ve devlet büyüklerinin bir çoğu yeni gündem peşinde olacaklar.  5 Aralık’ta “Kadın Hakları Günü”’ne hazırlanacak caps’lar sözler olacak, 10 Aralık’ta ise hepimizi kapsayan bir konuya hazırlanacağız  “Dünya İnsan Halkları günü”’ne.

Öğretmenler Günü”’de yılın 364 günü unuttuğumuz öğretmenlerimiz birden aklımıza gelmişti, “Dünya Çocuk Hakları Günü”’de ise küçük yaşta çalışan çocuklar birden türemiş gibi şaşırmış, çocuk tacizlerine vurgular yapmıştık, “Organ Nakli Haftası”’de ise hepimiz organ bağışının ne kadar önemli olduğunu anlattık bir birimize,  derken “Dünya Yaşlılar Günü” ‘de hep beraber huzur evlerine gitmiştik….

31 Aralık gecesi geçen yılın getirip götürdüklerini paylaşacağız bir birimizle, Hindi kesenler ile Kurban kesenlerin tartışmaları da olacak elbette,  eğlenip içip coşanlarla alternatif yılbaşını kutlayanlarda olacak, bol bol operatörleri zenginleştirecek mesajlar 12.00 geçerken atılacak, kutlama temenniler olacak. Güzel olanda olacak olmayanda ama sonuçta 1 Ocak olacak, gece aydınlığa kavuşacak.

Her özel günün sonrasında başka özel günlerin kutlanacağı gibi. Yazılanlardan, atılan caps’lar dan pek azımız nasibimizi alacağız. Gün bitip gece sabaha, aydınlığa ulaştığında unutacağız geçen günde yazılanları da.  Engelli vatandaşımız baş başa kalacak işgal olmuş kaldırımlarla, asansörüz binalarla, acıma ile bakan bakışlarla, öğretmeler bir yıl daha bekleyecek hatırlanmak için, çocuk tacizlerini okumaya devam edeceğiz gazetelerde, kadın cinayetlerini, kadına şiddet’e kayıtsız kalacağız yine, Gazilerin dertlerini gaziler gününde dinleyeceğiz belki de. Organ bağışı yapmamış caps ve yazılar paylaşan insanlarla yaşayacağız elbette.

Bir sonraki Yaşlılar haftasını görmeyecek yaşlılarımız yaşamıyor olacak bu toplum da, organ bulmadan mefta olan hastalarımızla paylaşacağız bu hayatı, her gün bir doğum, kaza ile engelli bireylere sahip olan bir toplum olacağız, yeni gaziler katılacak aramıza, çocukken tecavüze uğramış, taciz edilmiş bunun yarası ile yaşamaya çalışan bireyler olacak aramızda ve bizler sadece “Goy Goy” ile yaparak yaşayacağız, ömrümüzü tüketeceğiz bu hayatta.

Özdemir Asaf ne güzel demiş “Sarılmak için yürek gerekir kollar sonraki iş” diye.

 

Fedai Çakır

3 Aralık 2015, İstanbul

 

 

 

Kaynakça:

1- http://www.tdk.gov.tr/index.php?option=com_gts&arama=gts&kelime=goygoycu

2- Bu ifade aslında köken olarak ingilizcesi capture olan kelimeden oluşturulmuş yeni bir sosyal medya eğlence kavramına verilen isimdir.