Etiket arşivi: fedai çakır

HER ŞEYİ “NADAS”A BIRAKMIŞ GİBİYİM

Çifçiler bilir ki nadasa bırakılan toprağın verimi bir sonraki hasatta daha çok olur.

Nadas sırasında toprağın dinlediği, kaybettiği vitaminleri, içerisinde olan bir çok karışımı geri aldığı ve yeni tohumlar toprağa saçıldığında bu tohumlara bu yenilenen güç ile can verdiği farz edilir.

Bir şeyler yazmak için zaman zaman kendimi nadasa bırakmış gibi hissettiğim çok olur. Nadas sonunda bir çırpıda yazılan mısralar, kitaplaşan satırlar olur. Tabi benim yazma nadas’ım toprak’ta olduğu kadar kısa olmuyor, birkaç yılı bulabiliyor.

Ama bu sıralar farlı bir Nadas’ta olma hallerim var.

Çok çalışıp çok üretmeme rağmen karşılığını bir türlü alamama gibi, depresyon hallerine girecek gibi yaptığım işlerden artık zevk alamama gibi, dışarı çıkıp yürümek istemekle beraber çıkmamayı tercih etmeler gibi, arkadaşlar ile buluş lak lak yapmak ile yapmamak arasında kalmalar gibi…

Bir insanın çok fazla yetenekleri olup da bir türlü bu yeteneklerinin karşılığını alamamasının verdiği nahoş duygu ile yaşamı nadas bırakmak benim ki.

Karşılığı olmayan bir çok güzel şeyleri yapabilmek, başkası için çok zor olan işleri bir çırpıda yapabilmek, zor kelimesi, olmaz kelimesini yok sayabilmek, zorlanmadan her işi yapabilmek bilinmeyenleri bir çırpıda öğrenmek benim ki.

Yaşamı Nadas’a bırakmak; karşılığı olmayan işleri yapmamak, zor işleri zorlanıyormuş gibi zaman yayarak yapmak, bilmediğin bir konuyu öğrenmeye çalışmadan yaşamak, pratik ve hızlı iş yapmadan çalışıyor olmak mı? olmalı.

Benim için Nadas, yazma sürecinde faydalı. İş yaşamında ise faydasızca yaşamak demek.

 

Fedai Çakır

23 Kasım 2015, İstanbul

YAŞAM’A KÜSÜM, YAŞAMAYA DEĞİL

Yaşama küs olmak ama yaşamayı da yüksek enerji ile yaşamak, her şeye inat yaşamak, herkese, yaşanmışlara yaşanacaklara inat yaşamak…

Yaşam’a küs olmak demek;

  • Oksijensiz bir şehirde ömür tüketmek demek,
  • Trafikte saatler geçirmek demek,
  • Saygıdan yoksun insanlara katlanmak demek,
  • Sevmeyi bilmeyen ve sevilmeyen insanlarla bir arada olmaya çalışmak demek,
  • İki yüzlü, dışı ayrı içi ayrı kötü insanlar ile yaşamak demek.
  • Sürekli elektrik, su doğalgaz, telefon vs gelen faturaları ödemeye çalışmak demek,
  • Ev kirası, okul harçı, çocuğun servis parasını karşılamaya çalışmak demek,
  • Banka kredi borcuna, kredi kartına her ay para yetiştirmek demek,
  • Yaşayabilmek için Pazar, giyim, kuşam ekmek parası kazanmak demek,

Kısaca yaşam’a küs olmak demek, üç kuruş içim ömür boyu mesai harcamak, sabah mesaiye gitmek akşam ise mesaiden gelmek  demek.

Yaşamak demek;

  • Herkese, her şeye rağmen mücadele edip onuruyla ölene kadar mücadele demek,
  • Bir tutam sevgiyi çok görmelerine rağmen yinede karşılıksız sevmek demek,
  • Sevgini belli etmekten ve korkmadan söyleyebilmek, belli etmek demek,
  • Pis, ısırır hastalık bulaştırır, tüyü kaçar vs. demeden hayvanları sevmek, onları öpebilmek demek;
  • Kadın, çocuk, büyük küçük demden bütün insanlara saygı göstermek demek,

Yaşamak demek, hayal kurup bir gün hayatın daha güzel olacağını düşünmek demek, yaşamın unut dediği anda yaşama umut ile sarılmak demek. Kısaca ben;

Yaşam’a küsüm, ama yaşamaya değil, her zorluğa her sevgisizliğe rağmen yaşamaya  ise EVET.

 

Fedai Çakır

15 Kasım 2015, İstanbul

BABAM HAKKINDA BİLİNMEYENİM

Çok sevdiğim amca oğlum Yüksel abim, kansere yenik düşüp hakkın rahmetine kavuştu. Cenazesi için köyümüze gittik ve yapılan törene katıldık. Katıldık diyorum çünkü ölüm haberi geldiğinde İstanbul’da ve başka şehirlerde yaşayan akrabalar hemen köyümüze doğru hareket eti. Bende abim ve yengemle onların araçları ile köyümüze intikal edenlerdendim.

Köyün sakinliğinde insanlar doğal olarak birbirleri hakkında, ölenler yada yaşayanlar hakkında konuşmayı severler. Hele de uzun süre birbirlerini görmeyen akrabalar bir araya gelince bu muhabbetler uzarda uzar.

Şu öyle yaptı, bu böyle yaptı, onun bunu var, şunun şuyu var, benim buyum var, rahmetli şöyleydi, böyleydi. Vs. sohbetlerin ana konusu olur.

Herkes ayrı bir havada ayrı bir insana dönmüştür sanki. Yaşadıkları şehirlere döndüklerinde o sakin tek düze hayat onların hayatı değildir adeta, köyde hem mutludurlar hem de mutsuz.

Mutludurlar; Köyleri nefes almalarını sağlar, yaşadıklarını hissederler bu topraklarda. Mutsuzdurlar; Birkaç gün sonra yine döneceklerdir tek düze yaşamlarına, ekonomik savaşlarına var olan işlerini yapmak için işlerinin başına.

Birde sohbetlerin can sıkıcı yanları vardır birazda onların mutsuzluğu çöker ruhlarına.  Nede olsa Tanrı dünya nimetlerini adil dağıtmamıştır yaşayan kullarına.

Benim için de mutlu ve mutsuz olduğum noktalar vardı elbet. Sülalenin fas fakiri olarak mutsuzluğum yoktur ama saygıyı yeterince görememek elbette mutsuz ediyor insanı.

Banyoda iken ağabeyimin gelip hazır olmadığımı görüp de beni dağın başında bırakmasını, kuzenlerime vedalaşmak için uğradığımda kapıda hepsine ait üç beş araç varken yolda bekle araba gelir diye akıl vermelerini saymaysak mutluydum genel olarak.

Sırt çantam yaklaşık 7 km yürüyerek kasabaya ulaşmaya çalışan beni, kasabaya az bir yol kala gelen bir araç’ın beni alması ise mutluluğun en güzeliydi.

Yürümekten ağrıyan ayak bilek kaval kemiğimin yürümekten kurtulmasına değil di mutluluğum. Beni mutlu eden beni yoldan alan kişinin rahmetli babamın arkadaşı olmasıydı.

Bizim oraların adetindir  birbirini tanımayan insanların birbirini tanımak için şu soruyu sormaları;

“Neredensin?, kimlerdensin?”

Amcanın bu sorusunu cevaplamıştım elbette, Elmabelen’den Ali, Şahender Çakır’ın oğluyum diye.

Amcanın gözleri doldu.

“… Babanı iyi tanırım, benden 7-8 yaş büyüktür. O burada odun tomruk işi yapardı. Derelerden tomruk taşır satardı. Ailesini geçindiremeyince İstanbul’a gitti. Bizim buralardan İstanbul’a ilk gidenlerdendir baban. Yaşımız ufak, birkaç arkadaş bizde İstanbul’a gittik sonrasında. Baban Zeytinburnu’nda bir kahvede garsonluk yapıyor. Hafta sonları yanına uğrarız. Bilir bizde para yok. Yedirir içirir bizleri. Sonra haftaya tekrar gelebilelim diye cebimize para koyardı. Onunda annenin de buralardan yurt dışına yada İstanbul’a giden herkes hakları vardır.”

Babam hakkında bu bilmediğim ayrıntıları dinledikçe bede duygusallaştım, bir çay ocağında oturduk uzun uzun sohbet ettik. Bundan daha güzel mutluluk yoktu benim için.

Rahmetli babam ve annem hakkın da hiç nalı mülkü severdi dendiğini, yada kötü bir şey dendiğini duymadım. Onu tanıyan yaşlı insanlarla ettiğim her sohbette onlar için güzel şeyler söylediler her daim.

Yüksel abim için; bilirim birkaç densiz çok içerdi diyecek. Ama bilirim ki onun arkasından da kötü söylenecek hiçbir şey söylenemeyecek.

Yerin dolmayacak sayın abim.

Ö Z L E N E C E K S İ N.

Hayat kısa ama “Geniş”…

 

Fedai Çakır

9 Kasım 2015, İstanbul

UMUT en büyük ANTİDEPRESAN

1 Kasım akşamı kendini çaresiz hisseden, baskı altında özgür hissetmeyen insanların korkularının panik ataklarının arttığı bir akşamdı.

Boş boş bakan gözler, öfke dolu kelimelerin olduğu bir akşamdı.

Korku,

Panik,

Çaresizlik ile kaplı bir akşam.

Kimdi / Kimlerdi bu oyları verenler.

İlk kez gerçekten BARIŞ kapıyı bir kere çalmıştı…

CHP ile MHP’nin koalisyonuna dışarıdan HDP’nin desteği ile çözüm süreci tüm çıplaklığı ile mecliste ortaya dökülebilirdi.

HAYIR diyenler bunu göremedi.

Geçmiş dönemin iktidarının yanlış olduğu iddia edilen konularda meclise taşınıp hesapları sorulabilirdi.

HAYIR diyenler bunu da göremedi.

%10’luk Baraj sorunu, demokratik haklar, yeni anayasa ve daha bir çok konu meclise uzlaşma ile çözülebilirdi.

HAYIR diyenler bunu da göremedi.

HAYIR diyenler biraz düşünmüş olsaydı  Kasım gecesi hiç yaşanmayabilirdi.

Yine sağduyu, yine barış, kardeşlik ve sandıktan çıkan milli iradeye saygı göstermekten başka çaresi yok çaresiz kalanların.

UMUT en büyük antidepresan oldu umutsuzluğa kapılıp çaresizliğe kapılanların.

Alıp başımı gidesim var.
Siyasetin olmadığı bir yere…

Çiçero  ne de güzel demiş; “Kimlerden kaçacağımı biliyorum
Ama kimlere sığınacağımı bilemiyorum.

 

Fedai Çakır

2 Kasım 2015, İstanbul

UNUTULAN NESİLLER; Gurbetçi “EL”

Avrupa’ya giden ilk işçi kafilesi Almanya’da tren garında  alkışlarla çiçeklerle karşılanmıştı. Köyünden sevdiklerinden, eşinden, çocuklarından kopup gitmişti bu insanlar. Bir lokma ekmek ve daha iyi bir yaşam umuduyla. Umuda yolculuktu adı bunun.

Sonra;

  • Tüylü fötr şapkagurbetçilerin izinlerine gelişleri,
  • Mercedes otomobillerin Türkiye’ye gelişi ve ağzı açık bu araçları izleyen geride kalanlar,
  • Bavullardan çıkan hediyeler. Malbora sigaralar, çocuklar için oyuncaklar, kadınlar için kıyafetler

İlk kafilenin gidişiyle başlayan akım hızla artıyor, Türkiye’de yaşayan her ailenin yurt dışında illa bir akrabası olur hale gelmişti ortam. Bir gurbetçi akrabası olmayan hemen hemen yok gibiydi.

Zaman ilerledikçe, yıllar akıp gidiyor farklı farklı düşünmeler, yaşanmalar kendini gösteriyor, ortak menfaatlerde bitiyor.

Yıllık izinden dönecek akrabaları heyecanla bekleyen, bavullarından hangi hediye çıkacak diye gelsin diye yol gözleyen, sıkıştığın da mark dolar için gurbetçi akrabalarına yanaşanlarda da değişiklikler olmaya başlamıştı.

  • İlk o gıpta ile bakılan Mercedes otomobillerin ikinci el olduğu ve aman ne var orada bir iki bin mark’a alıyorlar burada hava çaka atıyorlar a döndü ortam.
  • Maymunun da gözü açılmıştı, gurbetçilerin akrabalara verdikleri borç marklar, dolarlar’ın geri ödenmediğini / ödenmeyeceğini anlamaları uzun sürmedi. Gurbetçi ile anavatan’da kalanlar arsında bir menfaat bağı daha kopmuştu.
  • Gurbetçi ile geride kalanlar arasında ortak olan her şey bitmeye başlamış ve ortak menfaatlerde yok olmaya başlamıştı. Yurt dışına gitmek isteyen geride kalanların yurt dışında ki gurbetçilere yaklaşmaları da bitmişti artık, yurt dışına gitmek eskisi gibi kolay değil ve açıkçası yabancı ülkelerde istemiyorlar hatta daha önce gelip yerleşmişleri bile kovma peşindedir artık.
  • Gurbetçinin geride kalan köyün de kasabasında kalan yerlerin kullanımı konusunda sorunlar olmaya başlamıştır.

Türkiye’nin son 50 yılda aldığı ekonomik ve sosyal gelişmeler ile insan yapısı da çok değişmiştir.

Türkiye’de eğitim seviyesi artarken, gurbetçi çalışmaktan ana vatana para göndermek için eğitimini hep ertelemiştir.

Artık ne gurbete gidenler aynı idi nede geride kalanlar. Aynı şeylere gülmüyorlar, aynı dilden konuşmuyorlar artık.

Türkçe konuşmalarına rağmen anlaşamıyorlar da. Birde üstüne üstlük;

Gözden ırak olan gönülden de uzak olur”’du.

Oldu da.

 

 

 

Fedai Çakır

13 Ekim 2015, İstanbul

TOPLU HALDE OLDUĞUMUZ KADAR DAHA KÖTÜ OLMAYIZ

ABD’de 17 yaşında bir genç’in okul albümü için çekindiği fotoğrafın hikayesini okuduğumdan beri düşünmekteyim. O genç’i ölüme götüren etken olan güç üzerine yazmak istedim. (1)

Kötü insanın yaptığı bir kötülük birden fazla kötü insanın aynı anda yapması ile çok daha kötü sonuçlar doğurduğu bir gerçektir.

Kötü olan insanlar sorgulamaz onlar yapmak istediklerini yaparlar sonucunu da düşünmezler ve kötü olmak onlar için yeterlidir. Kötü olan insan bir başka kötü olanın yaptığını sırf kötü olmak adına savunup onun eylemine katılır. Özünde vardır kötü olmak, kötü olmak mutluluk verir sanki o insana.

Kötü insan verdiği zararla ilgilenmez, incitmiş, kırmış, yıkmış, yok etmiş onun ilgi alnında değildir o sonuca değil yaptığı kötü olmanın ona verdiği haz’ı yaşamakla meşguldür.

Kötü insanın kötü olmak için hep bir bahanesi ve kötü olmak için bir haklı bir nedeni vardır, bu kötülüğe katılan başka kötü insanlarında kendilerince bir bahanesi ve nedeni vardır. Onlara sorarsan… Onlar hep iyi insanlardır.

Daha ilk okul yıllarında eğitime ilk başladığımız zamanlarda atılır kötü insanların kötü olma halleri, daha o zamanlarda başlar kötü olmanın kendilerince nedenleri.

Burnu büyük bir arkadaşına bas bağırır “Patlıcan Halil”, kalçası biraz büyük diye kız arkadaşıyla dalga geçer “koca götlü”, çok zayıf bir arkadaşının yüzüne haykırı “kankirik” diye.

Sonra biraz daha büyür insan ve acımasız olmuştur yaptığı espriler, değerlendirmeler ve kötülükler.

Büyümeyle saçları dökülmeye başlayan arkadaşına bağırır yüksek sesle “benzini Shell’den akılı kelden alacaksın”, biraz göbek yapmış olan erkek arkadaşına bağırır bütün toplumun için de “kaç aylık, babası belli mi?”, Yüzünün ortasında kocaman kıllarla dolu, gözünün biri bir yana diğeri bir yana bakan arkadaşına söylenir “kız olsam bin tane ..’ım olsa birini vermem sana”…

Sonra seçilme ve seçme hakkını elde eder insan;

Fikirlerini beğenmediği / aynı inanca sahip olmadığı / ortak paydası olmadığı  arkadaşına bağırır “solcu” “komünist”, “dinsiz” “Ateist” “sağcı” “faşist” “milliyetçi” “dinci” “yobaz”  “türbanlı” “badem bıyık” “torba göt” “Kürt” “Türk” “Alevi” “Suni” “Şii” …..

Çocukken başlayan bağırmalar o zamanlarda topluma ve birlikte yaşam alanımızı, huzurumuzu bozmuyordu belki ama ya şimdi? …

Üstelik artık bu bağırmalar bireysel değil toplu oluyor. Ve kötü olan kötülükler daha büyük oluyor, yıkımları da devasa oluyor. Geri dönülmeyecek yaralar açıyor toplumun iç dünyasın da.

Yunus Emre ne güzel demiş “Temiz hissiyatlara ihtiyacımız var…”

 

Fedai Çakır

18 Ekim 2015, İstanbul

 

Merak edenler için hikaye: (1 ) – Amerika’da 17 yaşındaki bir genç… Dünyanın en zevkli adamı sayılmaz.Lise yıllığına bir resim koymak istiyor.Kedisini kullanıyor, 80’lerin fotoğraf stüdyolarında kullanılan lazer ışıklarını kullanıyor.Bu da birinin eline geçiyor ve tarayıp sosyal medyaya atıyor…
New York’ta yaşayan Draven Rodriguez adlı bir genç.Tek suçu farklı resim vermesi. Hayata katabildiği tek şey insanların “ehi ehi bak la herif çok komik” şeklinde eğlendirebilmek…
Bu resmi okul yönetimi yıllığa koymasına izin vermiyor.Çocuk da bunun için internetten yardım istiyor.İnsanları kendi özgürlüğüne yardım edecek kadar iyi sanıyor.İnsanları “muhafazakarlığa karşı duracak kadar iyi” sanıyor.
Ama sonra insanlığın en çirkin temsilcileri olan talk showcuların eline düşüyor resim… Jimmy Fallon ve Ellen Degeneres bu resmin üstüne gidiyor.Tabii uygun alanı bulunca internetin tüm kötüleri de buna katılıyor.
Ve sonra bir sabah ailesi çocuğunu ölü buluyor.İntihar etmiş.Bu insanlarla birlikte aynı havayı solumak istememiş belli ki…

 

YURT DIŞINDA YAŞAYANLAR TÜRKİYE İÇİN OY KULLANMASIN

Hayda nerden çıktı bu  dediğinizi duyar oldum. Başlık biraz sert olmuş olabilir, yazının okunması ve bu konu üzerinde düşünmeye teşvik olması bakımından bu başlık önemliydi elbette.

Bir ülkenin yöntemi için oy kullanmak o ülkenin yönetiminde söz sahibi olmak demek, sizi temsil edecek partinin ürettiği siyasete bakarsınız, sizi temsil edecek liderlerin söylemlerine ve bölgenizi temsil edecek milletvekili adayının kişiliğine vs bakarsınız. Yada bakıyor olmalısınız.

Netice olarak bu parti, lider ve kişiler meclise gelip sizin yaşadığınız coğrafyayının yaşanacak yer yapmasını beklersiniz. Netice olarak onlar; sizi ekonomik, sosyal hakları olan, adaletli ve güven için de yaşayacağınız bir ülke isteğinizi yerine getirecek üç saç ayağı oluşturmaktadır. (parti, lider ve vekil)

Bu üçlünün seçilmesin de yani bizi yönetecek parti, lider ve vekillerin seçilmesin de, bu ülkeye yılda on – on beş gün gelip tatil gibi gezen insanların da söz sahibi olup oy kullanması ne kadar doğrudur.

Bu insanların bir çoğu maalesef işleri, pozisyonları, ekonomik nedenlerinden dolayı yılda bir kere bile gelemediğini de unutmak lazım.

Sosyal medyanın yaygınlaşması ile yurt dışın da yaşayan akrabalarımızın yaşamlarından ve düşünce yapılarının nasıl olduğunu yaptıkları paylaşımlardan haberdar olur olduk.

Kilometrelerce uzakta taaaa Amerika’da yaşayan kuzenlerimin yaşadığım ülkenin sorunlarından bi habersiz ülkemi eleştirmesine mi yanayım yoksa benle aynı hakka sahip olup da kendisinin yaşamadığı ama benim yaşadığım ülkenin siyasetinde söz sahibi olup benim aynı haklara sahip olmasına mı yanayım.

Birkaç yıl da Türkiye’ye izne gelen, otoban, köyünün ve kasabasının dışın da bir yer görmeyen Almanya’da yaşayan kuzenlerimin Türkiye’yi güllük gülistanlık sanmasına mı yanayım yoksa onunda bu ülkenin yönetimin de benimle aynı haklara sahip olmasına mı yanayım.

Hele Avrupa’nın özgülük dünyasın da özgürlük oksijeninden sarhoş olup benim yaşadığım toprakların da özgür, yaşanır sanan ve Türkiye üzerinde ahkam kesen bir kesimimin varlığını unutmak istiyorum.

Protesto hakkını Avrupa topraklarında özgürce kullanan Türk toplumu, Türkiye’de de bu  haklarını insanların kullanıldığını sanıyor, Avrupa mahkemelerin de hakkını arayan bu toplum Türkiye’de yapılan devasa adalet sarayların da adalet var sanıyorlar.  Belli elit kesimin yaşantısını anlatan dizleri EURO kanallarından izleyip bir çok insanın 300 Euro’dan aşağıda çalıştığını bilmiyor ve  Türk ekonominsin süper olduğunu sanıyor.

Yurt dışın da yaşayanlar oy kullansınlar seçme ve seçilme hakları olsun. Lakin bu haklar hangi ülkede ikametgah ediyorlar ise o ülkede olsun. Çünkü onlar o ülkede yaşıyorlar ve o ülkede verecekleri oylar onların yaşamlarını doğrudan etkileyecek.

Avusturya’da sağcı ırkçı tabir edebileceğimiz bir partinin oylarının arttığı anketlerde ve bir önceki seçimlerde aldığı oy ile biliyoruz.  Avusturya’da yaşayan 300 bin Türk’ün orada yaşamını doğrudan etkileyecek olan bu gelişmeye karşı orada yaşayanların duyarsız kalmayıp gidip oylarını kullanmalılar. Gelecekte orada yaşanacak olumsuzluklardan Türkiye’de yaşayanlar değil orada yaşayanlar etkilenecektir.

İşte senin verdiğin “oy” ile ben etkileniyorum, benim nasıl yaşamam gerektiğine karar verecek oylamada  “oy”’u ben vereyim.

Üstelik yurt dışın da yaşayanların hepsi işçi olarak gitmemiştir, içlerinde bu ülkeye düşman kesilmiş baya bir kesim de var.

Yurt dışın da yaşayanlar oy kullansın yada kullanmasına okuyucular olarak sizler karar vereceksiniz. Yasal olarak zaten oy kullanılıyor. Sadece dikkat çekmek istedim.

Şöyle düşünün birde ben Türkiye’de İstanbul’da yaşıyorum ama aslen Giresunluyum, Giresun belediyesinin başkanı kim olacak söz sahibi olamıyorum, neden çünkü Giresun asıl yaşam yerim değil.

Yazdıklarımı doğru bulmayabilir, katılmayabilirsiniz, farklı görüşlerde olabiliriz, sizlerde fikirlerinizi söyleyin beni ikna edin yada yazıyı okunca siz ikna olun yada olmayın.

Son söz Cenap Şahabettin’in den gelsin.

“Niçin mi fikir değiştiriyorum? Çünkü ben fikirlerimin sahibiyim; kölesi değil!”

 

Fedai Çakır

7 Ekim 2015, İstanbul

İÇİMDE Kİ BU BOŞLUK

Eline almış bir taşı vurur da vurur kabine sanki, daralmıştır ruhu bir kere uzaklaşıp kaçmak ister herkesten, her ortamdan, yalnız yaşayan adam/kadın.

Eskisi gibi değildir hayat, artık daha çok ayrılmış adam/kadın vardır şehirlerde. Daha çok yalnız yaşamlar  ve yalnızlaşmış adam/kadın.

Bir istatistik de okumuştum boşanan bir çok  erkek bir yıla kalmadan yeni bir evliliğe adım attığını.

Bunun başlıca nedeni ise sanırım ev işlerin de beceriksiz olması ve kadınsız kalamamak olsa gerek. Yada yılların verdiği bağımlı olmanın neticesi olmalı.

Peki ama ya yalnızlık. İşte asıl mesela o. Hayatınızda ne kadar çok kadın olursa olsun evde günün belli saatini yalnız yaşıyor iseniz hayata bakış acınız biraz değişebiliyor.

Zaman zaman birisi olsa hayatınızda diyorsunuz, karşılıklı oturup sohbet etsek, birer kahve içsek yada  oturup kitap okusak ama onun evin için de varlığını hissetsem dediğiniz oluyor elbette.

Sonra diyorsunuz ki, içinizden gelen bir korku ile…  Özgürlüğüm…

İşte o özgürlüğe alışmış adam/kadın bir anda korku ile hayata tekrar uyanıyor ve başlıyor her ciddi ilişkiden kaçmaya. Hayatı; sadece gelip geçici, uzakta var ise güzel oluyor ilişkilere dönüyor.

Özgürlüğünüz mü yoksa yanınızda olduğunu hissettiğini biri mi?  Bu yalnızların sık sık düştüğü ruhsal durum.

Hastalık gibi hatta…

Bir böyle bir öyle, git gellerle geçen bir yaşam

Yalnızlığımı seviyorum, özgürlüğümü de. Peki nedir beni gene de huzursuz eden içimde ki bu boşluk.

Ve arada bana şu mısraları söyleten;

“Gel kaçalım buralardan, nereye mi?

sakin bir sahil de yaşayalım, arada da köye dağlara çıkalım

ver elini…”

 

Fedai Çakır

4 Ekim 2015, İstanbul

SENİN DİN ADAMIN BENİM DİN ADAMIM

Senin siyasetçin benim siyasetçin ayrımına alışık bir toplumuz. Ama senin profesörün benim profesörüm anlayışı da nereden çıktı.

Siyasilerin azgından çıkan kelimelerin belli bir süre sonra zamanın değişmesi ve güncellikle değiştiğini biliriz ve kanıksamış durumdayız. Bu gün çıkıp meydanlara, basının önüne başka bir siyasetçinin hakkında ağza alınmayacak şeyler söyleyen iki siyasetçinin belli bir süre sonra kol kola girip hiçbir şey yokmuş gibi davranmasına alışık mıyız evet alışığız. Örnekleri bol miktarda Türk siyasi tarihinde mevcut.

Bir profesör olmuş akademik insanların ağızlarından çıkanlara inanmak ve hemen hemen doğru kabul etmek dünyada genel olağan durumdur. Çünkü bu akademik insanlar araştırır ve doğruya yakın görüşlerini kamu önünde açıklarlar. Bu dünyada da böyledir bizim ülkemizde de. En azından geçmiş yakına kadar bizim ülkemizde de böyleydi.

Bu aralar sosyal medyada sık sık rastladığım bir söylemi sizlerle paylaşmak isterim. Şöyle diyor;

“Tanrı kurban yerine İbrahim’e fidan gönderip “bunu benim için dik” deseydi yeryüzü bugün cennete dönerdi…”

Bu söylem dini inançları kuvvetli insanlar için bir hakaret, ateist insanların söylemi diye algılanıyor olabilir. Hatta bu paylaşımların altında toplum arasında şiddetli din üzerinden yapılan tartışmaları görmek mümkün. Bu tartışmaların hakarete, tehditlere varacak kadar ileri götürenleri de okudum.

Bu ve buna benzer söylemlere birde ülkemizin okumuş profesörlerinin de açıklamalarını okuyunca kurban ve hayvanların kesimi ile ilgili gerçekten toplumun zihninin karıştığı da bir gerçek.

İlahiyatçı yazar İhsan Eliaçık, Kurban Bayramı ile ilgili çok konuşulacak bir yazı kaleme almış. Bu yazısın da  Kurbanın yanlış anlaşıldığını savunan ve hayvanların boşa kesildiğini belirten Eliaçık, “Bunun İslam öncesi bir kültürün devamı olduğunu” anlatıyor. (1)

İslam Hukuk Profesörü Hüseyin Hatemi “bu gün Hacc mevsimi sırasında dahi, kuzu kasabı olmak ibadet değildir mutlak günahtır ve yaşlı hayvan kesimine de gerek kalmamıştır. Allah, kan değil, sevgi istediğini, Hacc Suresi’nde açıkça beyan etmektedir.” (2)

“kurban” adıyla kesilen hayvanların ne eti, ne de kanının Allah”a erişmeyeceğini buyurmuyor mu? (Hacc Suresi, 22/37)

Yine İslam Hukuk Profesörü Hüseyin Hatemi’ye ait olduğu söylenen ama kaynağından emin olamadığım şu sözler ilgi çekici ve haklık payı yüksek;

“Her aile için aylık mutfak masrafının üçte birinin yoksullara aktarılması, kurban demektir. Bu günkü kurban uygulaması ise gaddarlık ve pisboğazlık tezahürüdür. Yahut da: Kısa süreli et tüketim kooperatifleri kurulmasından ibaret olup, ibadetle alakası yoktur.”

Bu yazımı okuyan insanlar elbette beni de eleştirecekler, elbette Eliaçık ve Hatemi Profesörlerin karşı görüşünde olan hocaların da görüşlerini yazacaklar. Onlarda bak bu Profesörde böyle diyor diyecekler. Elbette desinler de ama ben şuna anlam verememekteyim.

Akademik ve araştırmalarla konuşan bu profesörlerin hiç mi haklılık payı yok. Hadislerle değil de ayetlerle açıklamalar yapan bu hocaların hiç mi? Doğruluk payı yok.

Bu soruların cevabını Diyanet işlerinin araştırmalar yaptırıp cevaplaması gerekmektedir. Yoksa bu güne kadar kurban adı altın da günahkar mı? Oluyoruz.

Her bakış açısından da, günahı toplumu yanıltanların o zaman.

Sanırım toplum da senin siyasetçin, benim siyasetçimden sonra senin din adamın benim din adamım ayrımı da olmuş.

İlk ayet: OKU

 

Fedai Çakır

23 Eylül 2015, İstanbul

 

 

 

 

 

 

 

İNSANLAR KENDİLERİNE BENZEMEYENİ İNSAN OLARAK KABUL ETMİYOR

Mülteciler Avrupa kapsına dayandı hem de bu güne kadar hiç olmadığı kadar çok dayandı.

 

Benim ülkem de adım başı Arapça konuşan, yada Kürtçe konuşan mültecileri görmeniz mümkün. Suriye ve Irak ağırlıklı bu mülteciler genellikle büyük şehirlere yayılmış durumdalar. Maddi imkanları elvermemiş yada kamplardan kaçmayı başarmamış resmi makamların verdiği iki milyondan fazla mültecilerin dışında olan insanlar bunlar.

 

Türkiye mecburiyetten ve çaresizlikten bu insanlara ev sahipliği yapmakta ve artık bir çoğunun geri dönmeyeceğini hepimiz biliyoruz. Bir çok şehirde yakınılan bir konu ise mültecilerin sigortasız, kaçak ve ucuz iş gücü olarak kullanıldığı yönünde.

 

Fransa’nın Almanya’ya yönelttiği suçlama ise aynen şöyle idi. “Almanya ucuz iş gücü ihtiyacını karşılamak için mültecileri kabul ediyor”. Almanya da Tren istasyonunda göçmeleri karşılayanlar “hoş geldin” pankartları ile karşılanmaları seyredince 50 yıl önce ilk Türklerin Almanya’ya gittiğinde tren istasyonunda karşılanmalarını andırdı bana.

 

Ortadoğu politikaların da iki yüzlü davranan Avrupa devletleri, mülteci konusunda da iki yüzlü davranıyor. Mültecilerin sığınma taleplerinin ne kadarı kabul oluyor. Bir çok Avrupa ülkesin de neredeyse %90 red yiyor.

 

Bodrum’da sahile vuran bebeğin fotoğrafı, Macaristan’da polisten kaçan kucağında çocuğu olan babaya çelme atan kameramanın görüntüleri tüm dünyada vicdanları sızlattı. İnsan oğlunun hafızasının ne kadar çabuk unuttuğunu düşünürsek bu görüntüler unutulmak üzere. Lakin göçmenlerin sorunları devam edecek. Bu sorunlar hem kendileri için hem de gittikleri ülke için devam edecek.

 

Çözüm; savaştan, savaşı yaratan nedenlerden uzak durmak. Savaşı teşvik eden güçlerin oyunlarını görmek. Ülke olarak bizler yıllardır her konuda Amerika’nın işi, Avrupa’nın işi yada İsrail’in işi der dururuz. Nedense bu oyunlara gelmemeyi öğrenmek birlik ve beraberlikte yaşamayı öğrenmek aklımıza gelmez.

 

Kutuplaşmalar almış başını gidiyor. Dini, mezhepsel ayrılmalar, Irksal ayrışmalar, siyasi ayrışmalar ve öteleştirmelerde gösterdiğimiz aşırı reaksiyonlar bize toplum olarak bir şey kazandırmaz. Tek kazancı ayrışma ve bölünme olur.

 

Daha çok hoş görü, daha çok vicdan, daha çok ortak acıları paylaşmaları öğrenme zamanı geldi de geciyor bile.

 

Kimsenin oyununa gelmemek için daha çok oku ve araştır, sorgulamadan karar verme.

 

Ece Temelkuran’ın tespiti ne kadar doğru. Ne diyor;

 

Ben böyle öfke,böyle nefret görmedim bu ülkede.


İnsanlar kendine benzemeyeni insan olarak kabul etmiyor.
Ama en fenası herkes kendinden farklı olanın ölmesini istiyor artık
.”

 

 

Fedai Çakır

10 Eylül 2015, İstanbul